Koridor gibi, ama oda olduğu kesin. Oda olduğunu gösteren şeyse kapısı olması. Aslında içinde kapılar olan bir koridor gibi daha çok, odalar bitmek bilmiyor çünkü. Bir kapıyı açıp yeni odaya geçince bir diğer kapı beliriyor az ileride, onu açınca bir yenisi… Upuzun, bitmek bilmeyen bir koridor gibi, sonsuz kadar. Her seferinde umutla kapıya elini atıyor çocuk; metal, yuvarlak kolu çevirip kapıyı ilk araladığında gözüne vuracak o ışığın bir şeyleri değiştireceğini umuyor.
Odalar birbirinin tamamen aynısı değil ama. Hatta Pollyanna olsa birbirlerinden fazlasıyla farklı olduklarını düşünürdü. Sonuçta o Pollyanna, değil mi? Ama çocuk öyle düşünmüyor; yine de kapıyı her açtığında farklı bir renkle boyanmış duvarlarla karşılaşmaktan hoşnut.
Turuncu… En sevdiği renk, galiba… En çok hangi rengi sevdiğini tam hatırlayamıyor ama buradaki sonsuz tane odadan bir tanesinin rengini seçebileceği kesin. En azından kendine favori bir renk belirleyebilecek demek, hiç de kötü değilmiş, sen ne dersin Pollyanna?
Gözü parlak renklere alışmaya başlayınca -gerçi parlak olmayan odalar da var, siyah mesela, siyahın en sevmediği renk olduğunu hatırlıyor çocuk- odaların kenarındaki masaları fark etmeye başlıyor. Her odada, duvarlarla aynı renkte, tamamen aynı, kenara yaslanmış… Kareler ve çok küçükler, hani çocuk yuvalarında küçük çocukların oturup üzerinde rengarenk legolarla oynadığı masalar gibi, ama bunların üzerinde lego yok. Veya belki de var ama masayla ve duvarlarla ve her şeyle aynı renk olduğu için göremiyor çocuk. Yorulduğunda masalardan birine oturup dinlenebileceğini düşünüyor, hatta uyuyabileceğini. Belki de kolu yorulur ve kolunu dinlendirmesi gerekir.
Kolunu uzatıyor tekrar, çeviriyor: mavi. Hani tam mavi değil de, daha açığı, suluboya yaparken lacivertin üzerine bir sürü beyaz sürmek gibi. Küçükken okulun oradaki parkta bulup eve kadar elinde onunla koştuktan sonra kapının önünde ona bakan küçük kıza verdiği rüzgârgülünün renginde, veya o öyle hatırlıyor.
Kapı kolları var sonra, aynı renkte; duvarla, kapıyla, masayla ve yerle, etrafında görebildiği her şeyle aynı renkte. Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Eğer ona öyle gelmiyorsa -ki gelmiyor olmalı- kapı kolları birbirinin aynısı değil, yani bazıları daha rahat dönüyor veya bazıları kırılıcasına açılıyor. Daha önce bu kapıları biri açmış, diye düşünüyor çocuk ama sesli söylemiyor bunu, kendi sesinden korkacağından korkuyor çünkü. Kolunu uzatıyor: daha sert. Zaten her şeyin birbiriyle aynı -veya birbirinden farklı- olduğu bir yerde, kapı kollarının birbirinden farklı olmasından daha doğal ne olabilir?
Kolunu uzatıyor, çeviriyor: pembe. Adımlarını hızlandırıyor, küçükken en sevdiği veya en sevmediği -yani, en çok kavga ettiği işte- kızın tokasının rengi. Kapıya yaklaşırken masaya bakıyor, köşelerini, ayaklarını ayırt etmeye çalışıyor. Bir ayak, iki… Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Bu biraz sert. Tekrar çeviriyor. Bitmiş olmalı, bu sondu. Dönüp pembe masaya yaklaşıyor, ayaklarını sayıyor, üç, dört… Yavaşça oturuyor masaya ve duvara yaslanıyor. Tişörtünün duvardan boyanıp boyanmadığını merak ediyor aslında ama anlayamıyor, tişörtü de pembe çünkü. Uyuyor sonra ve pembe yavaşça kayboluyor. Legolar görüyor rüyasında ve sandalyeler; ve rüzgargülü görüyor. Gökkuşağı sonra, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi… Sonra daha çok turuncu; turuncu legolar ve sandalyeler ve masalar ve kapılar, bir sürü turuncu kapı…
Yavaşça uyanıyor sonra ve etrafına bakınıyor. Sonra yavaşça tekrar uyanıyor. Ve tekrar… Ve tekrar…