26 Haziran 2012 Salı

Turuncu ve Mavi ve Hatta Siyah


Koridor gibi, ama oda olduğu kesin. Oda olduğunu gösteren şeyse kapısı olması. Aslında içinde kapılar olan bir koridor gibi daha çok, odalar bitmek bilmiyor çünkü. Bir kapıyı açıp yeni odaya geçince bir diğer kapı beliriyor az ileride, onu açınca bir yenisi… Upuzun, bitmek bilmeyen bir koridor gibi, sonsuz kadar. Her seferinde umutla kapıya elini atıyor çocuk; metal, yuvarlak kolu çevirip kapıyı ilk araladığında gözüne vuracak o ışığın bir şeyleri değiştireceğini umuyor.
Odalar birbirinin tamamen aynısı değil ama. Hatta Pollyanna olsa birbirlerinden fazlasıyla farklı olduklarını düşünürdü. Sonuçta o Pollyanna, değil mi? Ama çocuk öyle düşünmüyor; yine de kapıyı her açtığında farklı bir renkle boyanmış duvarlarla karşılaşmaktan hoşnut.
Turuncu… En sevdiği renk, galiba… En çok hangi rengi sevdiğini tam hatırlayamıyor ama buradaki sonsuz tane odadan bir tanesinin rengini seçebileceği kesin. En azından kendine favori bir renk belirleyebilecek demek, hiç de kötü değilmiş, sen ne dersin Pollyanna?
Gözü parlak renklere alışmaya başlayınca -gerçi parlak olmayan odalar da var, siyah mesela, siyahın en sevmediği renk olduğunu hatırlıyor çocuk- odaların kenarındaki masaları fark etmeye başlıyor. Her odada, duvarlarla aynı renkte, tamamen aynı, kenara yaslanmış… Kareler ve çok küçükler, hani çocuk yuvalarında küçük çocukların oturup üzerinde rengarenk legolarla oynadığı masalar gibi, ama bunların üzerinde lego yok. Veya belki de var ama masayla ve duvarlarla ve her şeyle aynı renk olduğu için göremiyor çocuk. Yorulduğunda masalardan birine oturup dinlenebileceğini düşünüyor, hatta uyuyabileceğini. Belki de kolu yorulur ve kolunu dinlendirmesi gerekir.
Kolunu uzatıyor tekrar, çeviriyor: mavi. Hani tam mavi değil de, daha açığı, suluboya yaparken lacivertin üzerine bir sürü beyaz sürmek gibi. Küçükken okulun oradaki parkta bulup eve kadar elinde onunla koştuktan sonra kapının önünde ona bakan küçük kıza verdiği rüzgârgülünün renginde, veya o öyle hatırlıyor.
Kapı kolları var sonra, aynı renkte; duvarla, kapıyla, masayla ve yerle, etrafında görebildiği her şeyle aynı renkte. Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Eğer ona öyle gelmiyorsa -ki gelmiyor olmalı- kapı kolları birbirinin aynısı değil, yani bazıları daha rahat dönüyor veya bazıları kırılıcasına açılıyor. Daha önce bu kapıları biri açmış, diye düşünüyor çocuk ama sesli söylemiyor bunu, kendi sesinden korkacağından korkuyor çünkü. Kolunu uzatıyor: daha sert. Zaten her şeyin birbiriyle aynı -veya birbirinden farklı- olduğu bir yerde, kapı kollarının birbirinden farklı olmasından daha doğal ne olabilir?
Kolunu uzatıyor, çeviriyor: pembe. Adımlarını hızlandırıyor, küçükken en sevdiği veya en sevmediği -yani, en çok kavga ettiği işte- kızın tokasının rengi. Kapıya yaklaşırken masaya bakıyor, köşelerini, ayaklarını ayırt etmeye çalışıyor. Bir ayak, iki… Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Bu biraz sert. Tekrar çeviriyor. Bitmiş olmalı, bu sondu. Dönüp pembe masaya yaklaşıyor, ayaklarını sayıyor, üç, dört… Yavaşça oturuyor masaya ve duvara yaslanıyor. Tişörtünün duvardan boyanıp boyanmadığını merak ediyor aslında ama anlayamıyor, tişörtü de pembe çünkü. Uyuyor sonra ve pembe yavaşça kayboluyor. Legolar görüyor rüyasında ve sandalyeler; ve rüzgargülü görüyor. Gökkuşağı sonra, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi… Sonra daha çok turuncu; turuncu legolar ve sandalyeler ve masalar ve kapılar, bir sürü turuncu kapı…
Yavaşça uyanıyor sonra ve etrafına bakınıyor. Sonra yavaşça tekrar uyanıyor. Ve tekrar… Ve tekrar…

Yaşamak


“Git” diyordu, “Git ve rahat bırak beni!”, yalvarıyordu…
“Mutluydum ben, özgürdüm, yaşıyordum…” Anlatamıyordu.
“Bırak, rahat bırak, yaşayayım, alma yanına beni
Göremedim ki daha hiç dünyanın güzelliklerini…”

Yanıtladı “Kader” diye sırıtarak, acımıyordu.
Zaten o dünyanın güzelliklerini anlamıyordu…
“Dönüş yok,” dedi, “çok geç her şey için, bırakamam seni.”
Acımazdı ki, mutluydu edindi diye kurban yeni…

“Bak ağlıyorlar başımda, üzme hiç kimseyi” diyordu;
Ne çıkar, karşısındaki ağlamak nedir bilmiyordu.
“Hayır,” dedi Azrail, “sen canlandıramazsın kendini.”
“Zaten insan kendi yaratamaz ki kendi kaderini.”

“Lütfen, lütfen bırak yaşayayım.” Hıçkırdı, ağlıyordu.
“Haykırmamıştım ki dünyayı sevdiğimi, bilmiyordu.
O kadar şey vardı ki söylemediğim sevildiğini
O kadar kişi vardı ki duymadığım gülüşlerini…”

“Duysaydın ya; görseydin, herkes oradaydı, kaçmıyordu.
Dünya da zaten orada oturmuş seni bekliyordu!”
“Kendimi kandırmam, biliyorum, beklemez dünya beni.
Ama sen de anla be yaşamak isteyenin halini!”

“Yaşamak nedir bilmem ben adam!” dedi, düşünüyordu…
“Ne bir yüzüm oldu benim, ne ellerim…”, üzülüyordu…
“Yaşasaydım kimse tutamazdı ya bur’da zaten beni,
Bozmakla geçer günüm senin gibilerin hayalini…”

“Be adam,” dedi, “sana bir sorum var”, merak ediyordu;
“Geçseydin yerime, ölmek yerine?”; şimdi gülmüyordu.
“Peki ya hayır dersem, yine giyecek miyim kefeni?”
“Gelemezsin dünyaya yine, ben almazsam bedenini.”

Aradan yıllar ve yıllar geçiyor, onlar yaşıyordu.
Her ikisi de zamanının kıymetini biliyordu.
Yaşıyorlardı, olsun ya da olmasındı bedenleri.
Azrail adam, adam Azrail; yaşıyorlardı yeni,
Birinin yüzü bedende, birinin ölümde de olsa…

Nisan 2009 - Gölge e-Dergi

Loading - %20,10


Zamanda neyiz, kimiz, neredeyiz?
Zaman çizelgesinde görüntüyü yavaş yavaş uzaklaştırıyorum kafamda. Önce on binler, sonra yüz binler, milyonlar ve milyarlarca yıl devam ediyor görüntü. Bunun içinde, bizim dünyamızda yaşamış yüz milyarlarca insan var.
Ve ben onlardan sadece biriyim.
Ve biz onlardan sadece on-on beş tanesiyiz.
“Dünyada, herkesin olduğu gibi, kendi hayatı, kendi duyguları, zekası, kalbi, başarıları, zayıflıkları, bencilliği, alçakgönüllülüğü, kişiliği olan kaç kişi var, ben bunlardan yalnızca, yalnızca biriyim. Çok garip.” diye düşünürken, tarihi hesaba katmıyoruz bir de.
O kadar geniş ki evren, dünya, tarih; zaman denen garip olgu içinde, bir kişi, iki gün önce yaptıklarının, düşündüklerinin, hissettiklerinin yarısını bile hatırlayamazken, buna rağmen herkes, her gün, kendisine çok önemli, çok yorucu, uğraştırıcı gelen bir şeyler yapıyor. Bundan on, yüz, bin yıl öncesinde yaşamış milyar dolusu insandan birini düşünün bir de. Onun da hayatı, amaçlarla, duygularla, ilişkilerle, başarılarla doluydu belki. Ama şu anda bunu kim biliyor? Kimin umurunda yüz yıl önce bugün bir kişinin ne düşünüyor olduğu? Bir asır sonra düşünecek biri var mı “Yüz yıl önce Melike ne yapıyordu acaba?” diye? Veya benim hayatım boyunca yaptıklarımı 5; 500; 5000 kişi hariç kaç kişi bilecek yüz milyarlar içinden?
“Yaptıklarını bilmek”ten kastım adının, fikirlerinin yaşaması değil, hayır. Atatürk’ü veya Kanuni’yi veya Fatih’i hatırlama şeklimizden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey; aranızdan hanginiz “Atatürk Samsun’a giderken Bandırma’da, Cumhuriyeti ilan etmeden önceki akşam uyuyamazken, veya Dolmabahçe’de son haftalarında ne hissediyordu?” diye düşünüz? Hislerimizin hatırlanması bahsettiğim. Bizim için o kadar değerli olan duyguların, tarihte, daha yazılamadan silinip gidişi…
2010

Çocuk...


Çocuk olmak…
Her şeyin güzel olduğunu sanmak… Her şeyin güzel olması belki de…
Safça gülümsemek her söylenene… Sokaktaki “deli kadın” ona bir şey yapacak diye korkarak arkadaşlarıyla apartmana saklanmak veya…
6 yaşındayım. Sokakta, bizim dükkanın önünde arkadaşlarımla oynuyorum. Babam görünürde yok… Arkadaşımla bakışıyoruz. Yapar mıyız? Yaparız ya, ne olabilir ki? Araba çarpar mı? Hayır, el ele tutuşup yürüyeceğiz zaten. Kalbimiz küt küt atıyor… Büyük bir serüvene atılıyoruz, hayatımızda ilk kez tek başımıza sokaktan çıkacağız ya… Hem de, yandaki büyük caddeden geçeceğiz! İki tane 6 yaşında çocuğun sokaktan çıkıp sokağın etrafında tur atması: annemler duymamalı… Küçücük elimle arkadaşımın minik elini tutuyorum, yola çıkıyoruz. Köşeyi döndük. Karşıdan kocaman arabalar görünmekte. İnsanlar yanımızdan geçiyor. Bize bir şey yaparlar mı? Ya arkadan annem yetişirse? Bir köşe daha döndük. Caddedeyiz. Cadde dediğim de o kadar büyük bir şey değil ha, bizim sokaktan az daha büyük, o kadar. Ama yine de çok büyük benim için, büyük bir adım… Yanımızdan adamlar geçiyor. Arkadaşımla hiç konuşmadan yürüyoruz. Sokaktan, habersiz, tek başımıza ayrılmış olmanın heyecanı içimizde… Yan tarafımdan hızla bir araba geçti şimdi. Korkuyorum, etrafım yabancılarla dolu. Bir yandan da tehlikeli bir şey yapmanın verdiği kalp çarpıntısının hazzını yaşıyorum. Annem farkeder mi acaba?
Biraz daha ilerliyoruz… Birbirini sımsıkı tutan minik eller terlemeye başlıyor. Buradan dönünce bizim sokağa çıkarız herhalde değil mi? Allahım, kaybolmayalım lütfen… Kaybolmayız yahu… 6 yaşındayız ama o kadar da zekamız var. Başlarken kalbimizin olduğu tarafa döndüysek, yine o tarafa dönünce bizim sokağa çıkacağız. Büyük caddenin başına geliyouz. Büyük kalabalık arkamızda kalıyor. Deminki amca bana mı baktı? Neden bana baktı ki şimdi? Keşke gelmeseydim, annemi istiyorum ben… Neyse, biraz daha gayret, yolu yarıladık. Şimdi döneceğiz ve tekrar dükkanın önünde arkadaşlarımla oynayacağım. Sonra dükkana girip babama öpücük konduracağım bir tane. Ve sola döndük. Şu adam tanıdık mı geliyor? Evet evet, Burak’ın babası. Allah, yakalandık! Burak’ın eli elimden kayıyor, ağladı ağlayacak… “Babaaaa…” Ne desin ki? Babacığım, biz sokaktan tek başımıza çıkmak istedik! Babacığım, kaybomadık ki, bak! Burak babasının elini tutuyor bu kez. Benim ellerim boş kalıyor, gözlerim yerde… Ben önde yere bakarak ilerliyorum. Bizim sokağa girdik. Arkada Burak’ın babası ona bağırıyor… “Ya bir şey olsaydı?” Ama olmadı ki işte…
Sokağı yarıladık. Burak’ın babasının kızgın sesini duyuyorum hala. Burak ağlıyor. Ben kokuyorum. Kafamı kaldırıyorum. Karşıdan biri bana bakarak yaklaşıyor. Annem! “Neredeydin kızım?” Annem beni arıyormuş. Ben ağlamaya başlıyorum. “Anneciiğiim…” Hıçkırıklar… “Biz el ele tutuşuyorduk… Hiçbir şey olmadı ki… Biz zaten büyüdüüük. Özür dilerim!” Anneme sarılıyorum. Annemin bakışlarını anlamıyorum, ta ki şimdiye, 10 yıl sonrasına kadar… Kızıyor sanıyorum ben, ama korkmuş bakıyor annem, bir yandan rahatlamış, ama korkmuş… Anneme sımsıkı sarılıp ağlıyorum. Annem itecek sanıyorum beni, “yaramaz kız, sarılma bana!” diyecek sanıyorum. Bir şey demiyor. Sadece sarılıyorum, ve ağlıyorum…
Çocuk olmak…
Küçücük, ama kocaman adımlar atmak… Korkulmayacak adımlardan korkmak, korkulacak adımlardan korkmamak belki de…
6 yaşındayım… Neden bu kadar etkilendim bilmiyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım ender anılardan biri ama… Bu büyük macerada bana eşlik eden Burak’a saygılar…
Nisan 2009 - Gölge e-Dergi

Bir Delinin Anıları - Gustave Flaubert


"Aç gözlerini, zayıf ve kibir dolu insan, toz zerreciğinin üstüne güçlükle tırmanan zavallı karınca; kendi kendine özgür ve büyük olduğunu söylüyorsun, kendi kendine saygı duyuyorsun, hayatı süresince o kadar aşağılık olan sen, ve kuşkusuz alay etmek için, gelip geçen çürük bedenini selamlıyorsun. Ve sonra sanıyorsun ki, büyüklük adını verdiğin bir miktar gurur ve toplumunun özü olan bu alçak çıkar arasında çalkalanan bu kadar güzel bir hayat, ölümsüzlükle taçlanacak. Sana ölümsüzlük mü; sen ki bir maymundan daha azgınsın, ve bir kaplandan daha kötüsün, ve bir yılandan daha sürüngensin. Haydi canım! Maymun için bir cennet yaratın bana, kaplan ve yılan için, hovardalık, gaddarlık, alçaklık için, bencilllik için bir cennet, bu toz zerresi için bir edebiyet, bu hiçlik için ölümsüzlük. Özgür olmakla, iyilik ve kötülük adını verdiğin şeyleri yapabilmekle övünürsün, kuşkusuz daha hızlı mahkum edilmek için, zira sen iyi ne yapmayı bilirsin? Hareketlerinden biri bile var mı ki kibir tarafından yönlendirilmesin veya çıkar tarafından hesaplanmış olmasın?
Bir Delinin Anıları'ndan - Gustave Flaubert

Ernest Hemingway - "Yaşlı Adam ve Deniz"

" 'Balık', diye söylendi. 'Seni seviyorum, sana saygı duyuyorum. Ama bilmiş ol ki gün bitmeden seni öldüreceğim.'
İçinden de 'Dilerim öyle olur' diye geçirdi."
Yaşlı Adam ve Deniz'den - Ernest Hemingway

18 Haziran 2012 Pazartesi

Sabahattin Ali - "Kürk Mantolu Madonna"

"Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."
Kürk Mantolu Madonna'dan - Sabahattin Ali