Meteliksiz yaşayabilir insan
Ama insansız yaşayamaz
Onu anlayan insanlar olmadan olmaz
Hayat güzel, sizce de öyle değil mi?
Aradığınızı bulmak için alttaki kategorilere buyrun. Çok sıkılırsanız da gidin kitap okuyun, kitap okumak gibisi yok.
28 Ağustos 2012 Salı
26 Ağustos 2012 Pazar
Anlar
Bir kitap ve uzaklardan gelen güzel bir ezgi
O olmazsa mızıkayı elinize alıp çıkardığınız rastgele sesler
İnsanın sahip olduğu "boş" zaman, hak ettiği boş zaman... Nasıl da keyifli geliyor değerlendirmesi. Öncesinde, mecburen kabullenerek, sistemin kölesi olarak geçirdiğin garip bir yıl... Sen bir yarışa başlayacakken etrafına toplanıp da alkış tutan, tezahürat eden, bahis oynamış da o at birinci geldiğinde sevinçten havalara uçmaya hazır vaziyette yarış boyunca seni izleyen insanlar da cabası.
Ortasına kalemi sokup da çevirerek geri sardığınız kaset
Yanına da iki duble rakı veya bir kadeh vişne şarabı
O tuttukları alkışlar var ya... O yarışın tüm gerginliğini silip götüren, insanın içini mutlulukla dolduran başka alkışlar da var. Mesela sen bir ormanın ortasında kazanın içine eğilmiş, elinde bir kepçeyle Kemalpaşa'ya bakarken etrafında senden yaşlarca büyük 8-10 insanın seni alkışlaması var.
İzlenecek filmlerle doldurduğunuz mavi bir not kağıdı
Üstüne de o filmleri izlemeye yetmeyecek tonlarca vakit
Hep sevdiği insanlardan güç almalı insan. İçinde tutup da aylardır kendisini patlatan şeyleri açıkça konuşmalı doğru insanlarla. Hatta bir büyükle, onu anlayacak, akıl verecek, rahatlatacak, belki de o da aynı dertten muzdarip.
İnsanları, anları, gülümsemeleri hatırlamak için arayıp da bulduğunuz fotoğraflar
Sonra hatırlamanın gülümsemesiyle geleceğin hayallerine dalmak
Dünyada en önemli şeylerden biri ne biliyor musun? Müteşekkir olmak. Hiç denedin mi bir hocana çok iyi bir öğretmen olduğunu söylemeyi veya arkadaşlarına "İyi ki varsınız." demeyi?
Mağazada sana bir kıyafet öneren, hiç sevmediğin tezgahtara teşekkür et. Sokakta güneşin altında "İngilizce eğitimi ister misiniiz?" diye broşürü gözüne sokan çocuğa teşekkür et. Seni seven insanlara seni sevdikleri için teşekkür et veya müteşekkir olduğunu göster.
İzlenecek filmler, görülecek yerler, dinlenecek müzikler
İğrenç sesinizle mırıldanacağınız bir şarkı ve de sevilecek insanlar
Çünkü gülümsetmek de gülümsemek kadar güzel.
14 Ağustos 2012 Salı
Homo Ludens
Kim olduğumuzun ne önemi var? Şu dünyaya
gelmişiz ya; yazıyoruz, çiziyoruz, politikayla ilgili atıp tutuyoruz, ofsaydı
anlatıyoruz birbirimize… Birbirimizden ne farkımız var? Ben kimim, sen kimsin,
onlar kim; ne önemi var?
İnandınız mı bu söylediklerime? Kim
olduğumuzun önemi yok mu gerçekten? Bir “sen” yok mu sende, senden içeri;
Yunus’un dediği gibi? Var bence, hepimiz farklıyız, hepimizin aklında başka
şeyler var; hepimiz farklı görüyoruz, farklı seviyoruz; klavyede yazı yazışımız,
kolumuza uzanıp saatimize bakışımız bile farklı. “Acaba o şimdi ne yapıyordur?”
diye düşündüğümüzde, onun seninle aynı şeyi yapmadığı bir gerçek mesela. Farklı
kişiler kendi içlerinde gruplanabilir, ona bir şey demiyorum. “Koyun” diye
tanımlanabilecek insanlar vardır mesela, dünyaya ilgisiz olanlar vardır,
dünyaya ilgisi çok yanlış yönde olanlar vardır. (Kime göre, neye göre yanlış?
Bu da farklı mesela herkes için.) Boş yaşayıp dolu yaşadığını sananlar vardır,
hayatı nasıl yaşaması gerektiğini bilmeyenler vardır; bunlara karşılık
zekâlarıyla beni benden alan, her gördüğümde “iyi ki dünyada böyle insanlar
var” dediklerim vardır. Baksanıza, dünya o kadar da kötü bir yer olmasa gerek…
Benmerkezci olmadığımı düşünmeyi severim
(benmerkezci olanlardan nefret ederim). Ama egom biraz fazlaca mı bilmiyorum,
şimdi kendimden bahsedeceğim biraz. Evet egom fazla belki biraz, ama dedim ya,
zekâsıyla beni benden alanlara neredeyse taparım. Öncelikli saygı ölçütü
zekâdır benim için.
Erdemli ve habis (bkz: good – evil)
insanın varlığına inanırım, erdemli olmaya çalışırken ne yaptığını
bilmeyenlerin varlığına da inanırım ama maalesef. “Karma” güzel bir sözcüktür.
Dizi ve filmlerden öğrendiğim birçok güzel sözcük var.
Dünya bir oyun alanıdır bence; homo ludens de
oradan geliyor zaten. Birilerinin okulda kendini yırtıp yıllarını ders
çalışmakla harcaması, “teacher’s pet” olaylarına girmesi oyundur. Ülkelerin
birbirleriyle savaşması oyundur. Eve giderken tatlı alıp ailemize götürmemiz
oyundur; birine ‘karşılıksız’ yardım etmemiz oyundur. Bunların hepsi egomuzun
oyunudur hem de. Kökeninde egoizm yatmayan bir davranış yoktur; oyun kazanılsın
ya da kaybedilsin, hepsinde hedef noktası aynıdır. Evet evet, dünya bir oyun
alanıdır.
En sevdiğim kitap, en sevdiğim film, en
sevdiğim müzik türü, en sevdiğim renk… Bunları tek tek saymaya gerek
duymuyorum; bunlar beni tanımlamaz bence. Aksine karakterim bunları tanımlar.
Zaten herkes için farklı değildir ki bunlar, 3-5 tane ‘grup’ vardır burada da. Köpek
insanıyımdır, kedilerden pek hazzetmem. Ne bileyim, fazla sırnaşık gelirler
bana. Sırnaşıklıktan da hiç hazzetmem mesela. Hep bir köpeğim olsun
istemişimdir. Hiç olmadı ama; bahçeli bir evimiz olsaydı belki…
Kaygılarım vardır; ülkemle ilgili,
eğitimle ilgili, insanların tutumuyla ilgili… Belki de yalnızca şu bahsettiğim
“politikayla ilgili atıp tutanlar”a dâhilimdir, bilmiyorum, zaman gösterecek
sanırım bunu. Bunun dışında, İngilizce sınavıyla ilgili falan kaygı duymam
mesela. Dedim ya, çok daha önemli şeyler var hayatta endişelenmek için.
Endişe falan dediğime bakmayın, mutluyumdur
hayatımdan. Sürekli hayatın tadını çıkarmaya çalışırım, çıkarırım da bence.
Sahip olduğum her şey için çok şanslıyım diyebilirim. “Oyun insanı”yım ben,
hayatta her şeyi oyuna dönüştürüp, kazanmaktan zevk, kaybetmekten de ders
almaya bakarım.
Size tavsiyem, siz de zevk almaya bakın
hayattan. Hayatın ta kendisi olan “oyun” sözcüğünün temel anlamında “eğlence”
kavramının geçmesi bir tesadüf olmasa gerek…
Farklı
Korkutucu değil
ama farklı...
Bir hayat biter, diğeri başlar.
Gülümsersin arkana baktığında,
İnsanları görürsün gözlerinin içine bakan,
Yeni hayatın bir kenarında hep var olacak insanları
Veya daha güzeli, merkezinde.
Önüne bakarsın sonra, bulanık.
İnsan silüetleri var ama sadece silüet,
Yine geriye bakarsın sonra ve güç alırsın oradan
Önünde bir yol açılmaya başlar sonra
Gittikçe berraklaşan ve yeni silüetlerle dolan.
Eskisinin bitmesine üzülürken yenisine sevinirsin bir yandan
Oyuncağı kırıldı diye ağlayıp
Eline yenisini verince susan çocuklar gibi biraz
Yenisine bağlanırlar ya sonra, ama eskisini hiç unutmamalı.
Eski güzeldir, eski olmasa yeni olmazdı çünkü.
Yıllar geçer ve yeni hayatlar son bulur
Tekrar ve tekrar, farklı farklı hayatları olur insanın
Sonra film şeridi geçecek ya gözden,
Farklı farklı filmler geçer bir sürü, başrol hep aynı.
Kalabalık kadrolar dilemeli insan filmlerine ve bol kahkahalı sahneler.
Ve farklı farklı sahneler...
Korkutucu değil
ama farklı...
ama farklı...
Bir hayat biter, diğeri başlar.
Gülümsersin arkana baktığında,
İnsanları görürsün gözlerinin içine bakan,
Yeni hayatın bir kenarında hep var olacak insanları
Veya daha güzeli, merkezinde.
Önüne bakarsın sonra, bulanık.
İnsan silüetleri var ama sadece silüet,
Yine geriye bakarsın sonra ve güç alırsın oradan
Önünde bir yol açılmaya başlar sonra
Gittikçe berraklaşan ve yeni silüetlerle dolan.
Eskisinin bitmesine üzülürken yenisine sevinirsin bir yandan
Oyuncağı kırıldı diye ağlayıp
Eline yenisini verince susan çocuklar gibi biraz
Yenisine bağlanırlar ya sonra, ama eskisini hiç unutmamalı.
Eski güzeldir, eski olmasa yeni olmazdı çünkü.
Yıllar geçer ve yeni hayatlar son bulur
Tekrar ve tekrar, farklı farklı hayatları olur insanın
Sonra film şeridi geçecek ya gözden,
Farklı farklı filmler geçer bir sürü, başrol hep aynı.
Kalabalık kadrolar dilemeli insan filmlerine ve bol kahkahalı sahneler.
Ve farklı farklı sahneler...
Korkutucu değil
ama farklı...
7 Ağustos 2012 Salı
White Collar (2009)
Ne izlersem izleyeyim, ne okursam okuyayım ilk yargıladığım şey karakterler olur. Bir hikayeyi oluşturan şey karakterlerdir çünkü; yapıtları farklı olaylar gözlemlemek için değil, kendimizi farklı insanların yerine koymak için okuruz veya izleriz. Bir dizinin de tüm yapısını karakterler kurar; kurgu kötüyse de zeki insanların davranışlarını inceleriz, görüntüler başarısızsa da bilge insanları dinleriz.
Kurgusunu veya görüntülerini yermek için söylemedim bunları ama White Collar, izleyicisini tam da karakterleriyle etkileyen bir dizi.
Kurgusunu veya görüntülerini yermek için söylemedim bunları ama White Collar, izleyicisini tam da karakterleriyle etkileyen bir dizi.
Kendimi kaptırıp da muhteşem Neal ve Peter ikilisine övgüler düzmeden önce dizinin konusundan bahsedeyim. White Collar polisiye bir dizi ve FBI’da daha çok kaçakçı ve sahtecileri kovalayan “White Collar” bölümünün vakalarını izliyoruz dizi boyunca. Peter Burke, bölümün başındaki zeki mi zeki, sevecen mi sevecen, asla yanlış bir şey yaparken göremeyeceğiniz adamımız. Bir de, Peter’ın zamanında içeri tıktığı, usta bir sahteci ve yine zeki mi zeki bir genç olan Neal Caffrey var. Dizinin ilk bölümünde yaşananlardan sonra (Bu kadar spoiler kadı kızında da olur.), Neal hapishaneden anlaşmalı olarak ayrılarak Peter’la birlikte White Collar bölümünde çalışmaya başlıyor. Buradan sonra da, ikili arasında gelişen dostluğu ve ustaca çözdükleri vakaları izliyoruz.
White Collar’ın öyle çok da vurucu bir yanı yok aslında. “Ben efsane bir dizi olacağım.” güdüsüyle hareket etmiyor, içinde bir Lost kurgusu veya House ağırlığı da yok. Kendi halinde mutlu olan, yalnızca yarattığı karakterlerin yaşamlarıyla ve bu karakterlerinin birbirlerinin yaşamlarına getirdiği dengeyle ilgilenen bir dizi White Collar.
Neal Caffrey, Peter Burke, Elizabeth Burke ve Mozzie… Karakterlerin dördü de hayranlık uyandırıcı ve bu dördünün hikâyede kurduğu denge gerçekten çok başarılı. Birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak, içlerinden biri düştüğünde tutacak nitelikteler ve bu, diziyi hayli dengeli ve keyifli kılıyor. Evet, bazen “Bir ilişki bu kadar da harika gidemez.” diyerek Peter-Elizabeth ikilisinin gerçekliğine inancınızı kaybediyorsunuz, ama öte yandan onları izlemek müthiş bir keyif olmaya devam ediyor (Bu arada böyle harika bir çiftin çocuğu nasıl olmaz ya?! Nasıl?!) Mozzie gibi bir kaçakçının varlığı, dünyadaki kaçakçılara sempati duymanıza kadar götürüyor işi ve dizinin gerçekçiliğini bir kez daha sorguluyorsunuz belki. Ama ne olursa olsun Elizabeth’in Peter’ı çok sevdiğini ve bırakmayacağını bilmek, Neal’ın ne zaman yardıma ihtiyacı olsa Mozzie’nin durumu toparlayacağından emin olmak diziye çok anlam katıyor bence. İzleyicisini mutlu ediyor her şeyden önce.
Diziyi diğerlerinden ayıran önemli özelliklerden biri, iki ayrı diziyi başkarakter olarak götürebilecek iki adama bir arada ve kendilerine has bir uyum içinde sahip olması. Bu iki birbirinden farklı görünen karakterin dostluğu dizi için çok önemli bir yapıtaşı. House’ta House’un duygularını açığa çıkarması; Monk’ta Monk’un takıntılarını unutması gibi özel anlar var ya, burada da o özel anlar Peter ve Neal’ın birbirleriyle ilgili düşüncelerini, birbirlerine olan saygıyı dile getirdikleri; gerçekten dost olduklarını hissettirdikleri anlar.
Dizinin anlatacak şeyi çok aslında. Aralara kattığı Kate veya Peter-Elizabeth yan hikâyeleriyle, ara ara diziye dâhil olan ve diziye sürekli bir hikâye sağlayan karakterlerle ve Mozzie’yle tüm sıkıcılığından arınıyor mesela dizi. (Evet, bunlar olmasa sıkıcı olurdu demeye çalışıyorum.) Hem Mozzie olmazsa olmaz, harikadır Mozzie.
Sonuç olarak, “Ben kurgu adamıyım.” diyenleri çok da açmayacak bir dizi White Collar. “Efsane dizi değilse vakit harcayamam.” diyenler de bulaşmazsa anlarım. Ama New York’tan efsane kareler ve iki tane adam gibi adam için bir şans verebilir henüz izlemeyenler.
Her ne olursa olsun, White Collar, daha izlediğim ilk bölümünde bana “Ben bu diziyi neden daha önce izlemedim ki?” dedirtti ve bence bu yeterli.
Gölge
The King's Speech (2010)
Bazı filmler vardır, hızlı bir tempoya sahip olmaları gerekmez, veya karmaşık bir aksiyona. Tempo ağır olduğu için film saatler sürüyor gibi gelir belki ama hiç şikayet etmezsiniz, her saniyesinden zevk alırsınız çünkü izlerken. Oyuncuların ağzının içine bakarsınız, mimiklerini sindirmeye çalışırsınız. Film bittiğindeyse, son zamanlardaki en dolu iki saatinizi geçirdiğinizi hissedersiniz. İşte tam da böyle bir film The King’s Speech.
Yaşanmış bir olayı kendine konu edinmiş filmimiz. Kraliçe II. Elizabeth’in babası, VI. George ‘Bertie’nin (Colin Firth) İngiltere kralı oluşunu anlatıyor. Zaman, radyonun iyice popülerleştiği, kralların radyo üzerinden halkına seslendiği zamanlar… İşte tam da bu dönemde radyolarda konuşma yapma sırası Bertie George’a geliyor, ancak bir sorun var; Bertie kekeme ve ileri derecede konuşma güçlüğü çekiyor. Karısının da (Helena Bonham Carter) yardımıyla yeni bir konuşma terapisti bulan Bertie’nin, bu yeni terapisti Lionel Logue (Geoffrey Rush) ile arkadaş olma ve onun yardımıyla kendine güvenini ve sesini geri kazanma çabalarını izliyoruz film boyunca.
Helena Bonham Carter’ı fazla övmeyeceğim filmi eleştirirken veya o yılların atmosferinin çok iyi yaratıldığını söylemeyeceğim. Zira filmin sayfalarca övülebilecek, bunlardan çok daha fazla öne çıkan bir yanı var; Colin Firth’ün ve Geoffrey Rush’ın performansları. Filmi izlerken Colin Firth’ten gözünüzü almanız tam anlamıyla imkansız. Bertie halkına hitap edemediğinde üzüntüsünü öyle bir yansıtıyor ki Firth, veya sinirlenip kekemeliğini unuttuğunda öyle bir kendinden geçiyor ki, “işte Kral VI. George bu” diyorsunuz, “Colin Firth’ten başkası değil”. Kralın bir anlığına kendine güveni geldiğinde siz de bir toparlanıyorsunuz yerinizde ve de Bertie Hitler’i izlerken onun hitabet yeteneğine nasıl da imrendiğini gözlerinde görüyorsunuz Firth’ün. Keza Logue ile kralın beraber olduğu sahnelerde oyuncuların performansına hayran kalmamak elde değil. Logue’un samimiyetini çok iyi yansıtmış Geoffrey Rush, Colin Firth ile de çok iyi bir ikili olmuşlar.
Başlangıçta dediğim gibi, filmin temposu biraz ağır. Bu nedenle genellikle büyük yaş gruplarına hitap ettiği eleştirilerini de aldı zaten, ama ben böyle başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip bu filmin, herhangi bir yaş grubundan insanı ekrana bağlamakta zorluk yaşayacağını düşünmüyorum.
Aslına bakarsanız filmi izlerken, temposu Türk sinemasını hatırlattı bana. Uzun uzun, bakışmalarla geçen sahneler, Bertie’nin konuşamayışını izleyişimiz, dakikaların bir türlü geçemeyişi… Ama bir yandan da, en iyi filmler listesine baktığımızda görüyoruz ki, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi gibi klasikleri saymazsak, en iyilerin içinde hatırı sayılır miktarda bu tarz film var. Bu arada 2010 yapımı filmimiz de IMDB’nin “en iyi 250 film” listesinde 151. sırada. Ayrıca film; en iyi film, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen ödülleriyle 2011 Oscar'larına damgasını vurdu.
The King’s Speech, uzun zamandır izlediğim filmler arasında bana ilk kez “ben bu filmi bir daha izlerim” dedirten film –bu yazıyı yazmadan önce açıp Firth’ün şov yaptığı yerlere tekrar bir göz attım zaten-. Uzun lafın kısası, canınız illa aksiyon dolu Hollywood filmleri çekmiyorsa, The King’s Speech’e bayılacaksınız, hem Firth ve Rush’ın performanslarını kaçırmak büyük hata olur.
İyi seyirler…
Gölge
6 Ağustos 2012 Pazartesi
Sanat, Eğitim ve Daha Bir Sürü Zırva
“Tiyatrocu olup da ne yapacaksın?” derler ergenlik çağında hayatının amacını aramakla uğraşan çocukların hayatlarını kendi yollarından çizmek için. “Sinema mı?! Biz bunca yıl senin için boşuna mı çabaladık?” veya “Bir şeyler yazıp çizmekle karın mı doyarmış yavrum?”… Bu lafları zamanında, en başında, ortaya kim attıysa; düşünmeden konuşan, empati kurmaya çalışmayan ve belki de söylediğinin doğruluk payı olup olmadığını bir an bile düşünmemiş büyüklerin oyalanması için bir şeyler yaratmaya çalışmış adeta. Ben eminim ki bunları söyleyen ebeveynlerin çoğunun karşısına oturulup da neden böyle düşündükleri sorgulandığında bu görüşlerinden vazgeçmeleri 5 dakikadan fazla sürmez. Ama hayır, sorgulamak yok, çünkü onun oğlu şiir yazamaz. Şiir de neymiş, onun oğlu büyüyüp de doktor olacak; ona kim bakacak yoksa?
Olayı “Ebeveynler çocuklarının geleceklerini çizmemeli.”ye getirmeyeceğim, o bambaşka bir boyut. Ben sadece bu sanat karşıtı ve hiçbir temeli olmayan fikrin nereden doğmuş olabileceğini irdeliyorum. Aklıma ilk gelen kaynak televizyon oluyor. Zaten halkta var olan fikri mi yansıtıyorlar, yoksa böyle bir senaryo yarattılar ve halkı etkilediğini görünce üstüne mi gittiler bilmiyorum; ama iki durumda da televizyonların bu konuda bu fikri güçlendirmekten başka bir işe yaramadıkları kesin. Neredeyse iki diziden, filmden birinde geleceğini çizmekle meşgul, sanata düşkün bir genç ve başında neyi yapmaması gerektiğini dikte ettiren ve sanattan ona ekmek çıkmayacağını, “konu komşuya rezil olacaklarını” söyleyen “büyükler”… Görece çağdaş diğer ülkelerde böyle bir fikrin yaygın olup olmadığını bilmiyorum. Ama şayet dizi ve filmlerin toplumun kültürünü ve ananelerini yansıttığını kabul ediyorsak, yabancı dizi ve filmlerde gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki, o çağdaş ülkelerde sanat “geçici bir heves” olmaktan hayli uzak.
Birileri kafasına geleni söylediği, düşünmeden konuşup topluma temelsiz fikirler empoze ettiği için de tiyatrolarımız kapatılmasın diye çırpınmak zorunda kalıyoruz. Tiyatroların kapatılması NE DEMEK YAHU?! Var olması; özgür olması; halka, sanatçıya ait olması tamamen doğal olan tiyatro için çırpınmak zorunda kalmamız kadar saçma bir şey var mı? Diğer yanda ülkemize gururdan daha kötü bir şey getirmemiş olan piyanistimize davalar açıyoruz. Heykeller yıkıyoruz, sanatçıları görmezden geliyoruz. Çünkü sanatsız kalacak milletimizin, hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını anlayanların sayısı çok az ve git gide azalıyor. Çünkü sanata değer vermiyoruz. Çünkü insanlara değer vermiyoruz.
Televizyonların benzer bir şekilde yarattığı, zararları düşünülmeden öylesine kurulmuş diğer bir cümle de eğitimle ilgili. Bir Türk dizisi veya filmi için hayli klişedir: Lise / üniversite çağındaki kız aşık olur, ailesinden gizler. Sevgilisiyle ilişkisi yüzünden okulundan git gide uzaklaşır, kopacak noktaya gelir. Aile bu durumu öğrenir, kıza demediğini bırakmaz. Buraya kadar tamam. Benim sorunum, ailenin bu durumda kıza kurduğu “Biz seni boşuna mı okuttuk?” cümlesiyle. Anladığım kadarıyla sevgili senaristler televizyonun halkı ne kadar etkilediğini, bu bir cümledeki bir fikir yüzünden doğuda kaç tane ailenin kızını okula göndermekten vazgeçeceğini anlamıyor. Salt senaryoyu yoğunlaştırmak, sahnenin gerginliğini artırmak adına insanların kişisel tercihleriyle yol açtıkları olumsuzluklar eğitim-öğretimin, okulların üstüne yıkılıyor.
Aman neyse, boş verin sanatı, eğitimi falan. Önemli olan 3 çocuk ve dindar bir nesil. Buna odaklanalım şimdilik.
Olayı “Ebeveynler çocuklarının geleceklerini çizmemeli.”ye getirmeyeceğim, o bambaşka bir boyut. Ben sadece bu sanat karşıtı ve hiçbir temeli olmayan fikrin nereden doğmuş olabileceğini irdeliyorum. Aklıma ilk gelen kaynak televizyon oluyor. Zaten halkta var olan fikri mi yansıtıyorlar, yoksa böyle bir senaryo yarattılar ve halkı etkilediğini görünce üstüne mi gittiler bilmiyorum; ama iki durumda da televizyonların bu konuda bu fikri güçlendirmekten başka bir işe yaramadıkları kesin. Neredeyse iki diziden, filmden birinde geleceğini çizmekle meşgul, sanata düşkün bir genç ve başında neyi yapmaması gerektiğini dikte ettiren ve sanattan ona ekmek çıkmayacağını, “konu komşuya rezil olacaklarını” söyleyen “büyükler”… Görece çağdaş diğer ülkelerde böyle bir fikrin yaygın olup olmadığını bilmiyorum. Ama şayet dizi ve filmlerin toplumun kültürünü ve ananelerini yansıttığını kabul ediyorsak, yabancı dizi ve filmlerde gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki, o çağdaş ülkelerde sanat “geçici bir heves” olmaktan hayli uzak.
Birileri kafasına geleni söylediği, düşünmeden konuşup topluma temelsiz fikirler empoze ettiği için de tiyatrolarımız kapatılmasın diye çırpınmak zorunda kalıyoruz. Tiyatroların kapatılması NE DEMEK YAHU?! Var olması; özgür olması; halka, sanatçıya ait olması tamamen doğal olan tiyatro için çırpınmak zorunda kalmamız kadar saçma bir şey var mı? Diğer yanda ülkemize gururdan daha kötü bir şey getirmemiş olan piyanistimize davalar açıyoruz. Heykeller yıkıyoruz, sanatçıları görmezden geliyoruz. Çünkü sanatsız kalacak milletimizin, hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını anlayanların sayısı çok az ve git gide azalıyor. Çünkü sanata değer vermiyoruz. Çünkü insanlara değer vermiyoruz.
Televizyonların benzer bir şekilde yarattığı, zararları düşünülmeden öylesine kurulmuş diğer bir cümle de eğitimle ilgili. Bir Türk dizisi veya filmi için hayli klişedir: Lise / üniversite çağındaki kız aşık olur, ailesinden gizler. Sevgilisiyle ilişkisi yüzünden okulundan git gide uzaklaşır, kopacak noktaya gelir. Aile bu durumu öğrenir, kıza demediğini bırakmaz. Buraya kadar tamam. Benim sorunum, ailenin bu durumda kıza kurduğu “Biz seni boşuna mı okuttuk?” cümlesiyle. Anladığım kadarıyla sevgili senaristler televizyonun halkı ne kadar etkilediğini, bu bir cümledeki bir fikir yüzünden doğuda kaç tane ailenin kızını okula göndermekten vazgeçeceğini anlamıyor. Salt senaryoyu yoğunlaştırmak, sahnenin gerginliğini artırmak adına insanların kişisel tercihleriyle yol açtıkları olumsuzluklar eğitim-öğretimin, okulların üstüne yıkılıyor.
Aman neyse, boş verin sanatı, eğitimi falan. Önemli olan 3 çocuk ve dindar bir nesil. Buna odaklanalım şimdilik.
Tv Seyircisi vs Dizi Seyircisi
Hayatımda “Ezel”den daha iyi bir Türk dizisi izlemedim. Ama televizyon için doğru dizi formatı “Ezel” değildir bence. “Lost” da değildir, “Prison Break” de değildir. Televizyonda asıl tutacak dizi formatı “Öyle Bir Geçer Zaman ki”dir, “House”tur, “CSI”dır.
Amerikan dizilerinin çoğunda gördüğümüz bir durum var; diziler kurgu üzerine kurulu, her şey birbiriyle öyle bağlantılı ki seyirci zekasını zorlarken diziye hayran kalmaktan kendini alamıyor. Olaylar hızlı ilerliyor, arada bir şeyi kaçırırsanız tüm dizinin sizin için anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek. Bunlar, dizileri vakti olduğunda bilgisayardan bölüm bölüm izleyen seyirci kitlesi göz önüne alındığında büyük avantajlar, dizi mükemmel bir hâl alıyor çünkü kurgu ve senaryo ön plana çıktığında. Ama gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da televizyon izleyen ortalama kitle zap yapan, eğer o akşam komşuda/partide değilse çekirdeğini/patlamış mısırını alıp televizyon karşısına kurulan ve önüne gelen en güzel şeyi izleyen bir kitle. Bu da dizilerin karmaşık bir yapıda olmasını, süreksiz seyircilerin diziye bağlanması açısından bir dezavantaj haline getiriyor.
Aşk-ı Memnu’nun finalini herkes izler, herkes üzerine bir şeyler söyler. Ama Ezel’in finalini ancak diziyi takip edenler izler, bilir, ondan keyif alır. Lost’un finalinin içine sinmediğini ancak dizinin 6 sezonunu eksiksiz izlemiş olanlar söyleyebilir. Bunu da televizyondan, hafta hafta yapmak imkansızdır herhalde. Bu sebepledir ki çok insan televizyonda Ezel’in, EZEL’in finali varken Survivor’da Nihat Doğan’ı izler. Bu sebepledir ki sabahları okulda Flashforward’ın veya Heroes’un veya Ezel’in bir önceki bölümünü 3 kişi konuşurken, Aşk-ı Memnu’nun veya Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin veya Yemekteyiz’in önceki bölümünü 30 kişi konuşur. Bu durum iyi veya kötü olduğu için değil, televizyon seyircisi bunu kaldırdığı için. Bu yüzden televizyon seyircisini ve ‘yabancı dizi seyircisi’ni birbirinden ayrı tutuyoruz (tırnak içindeki kitleye Ezel ve Behzat Ç. izleyicileri de dahil diye düşünüyorum).
Her bölüm farklı bir konuyu ele alan -her bölüm farklı bir cinayet/tıbbi vaka vs. çözen- veya kurgusu karmaşık olmadığından bir bölümü anlamak için bir öncekini seyretmenin gerek olmadığı televizyon programlarının daha fazla reyting alması işten bile değil bu durumda. Amerikan televizyonunun da o tarafa kaydığını görüyoruz sanki yavaştan. Eskiden nasıldı pek bilmiyorum gerçi ama, şimdi ne tarafa dönsek her bölümünde farklı bir vakayı işleyen bir dizi: House, Mentalist, Supernatural, CSI’lar, White Collar, NCIS ve adı yurt dışına taşmamış ama reytingleri iç açıcı olan daha onlarcası…
Televizyonlar kaka, Survivor izlemeyin dediğimden değil, yanlış anlamayın. Öyle Bir Geçer Zaman ki ikinci en sevdiğim Türk dizisidir, işim olmadığı salı akşamlarında izlemeyi çok severim. Ama bir hafta kaçırdım diye açıp da bilgisayardan izlemem mesela, zaman kaybı gibi gelir. Bazı dizileri kaçıramazsın, ama onu kaçırabilirsin.
Sonra Heroes, Flashforward falan neden iptal ediliyor diye sormayın. Böyle.
Amerikan dizilerinin çoğunda gördüğümüz bir durum var; diziler kurgu üzerine kurulu, her şey birbiriyle öyle bağlantılı ki seyirci zekasını zorlarken diziye hayran kalmaktan kendini alamıyor. Olaylar hızlı ilerliyor, arada bir şeyi kaçırırsanız tüm dizinin sizin için anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek. Bunlar, dizileri vakti olduğunda bilgisayardan bölüm bölüm izleyen seyirci kitlesi göz önüne alındığında büyük avantajlar, dizi mükemmel bir hâl alıyor çünkü kurgu ve senaryo ön plana çıktığında. Ama gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da televizyon izleyen ortalama kitle zap yapan, eğer o akşam komşuda/partide değilse çekirdeğini/patlamış mısırını alıp televizyon karşısına kurulan ve önüne gelen en güzel şeyi izleyen bir kitle. Bu da dizilerin karmaşık bir yapıda olmasını, süreksiz seyircilerin diziye bağlanması açısından bir dezavantaj haline getiriyor.
Aşk-ı Memnu’nun finalini herkes izler, herkes üzerine bir şeyler söyler. Ama Ezel’in finalini ancak diziyi takip edenler izler, bilir, ondan keyif alır. Lost’un finalinin içine sinmediğini ancak dizinin 6 sezonunu eksiksiz izlemiş olanlar söyleyebilir. Bunu da televizyondan, hafta hafta yapmak imkansızdır herhalde. Bu sebepledir ki çok insan televizyonda Ezel’in, EZEL’in finali varken Survivor’da Nihat Doğan’ı izler. Bu sebepledir ki sabahları okulda Flashforward’ın veya Heroes’un veya Ezel’in bir önceki bölümünü 3 kişi konuşurken, Aşk-ı Memnu’nun veya Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin veya Yemekteyiz’in önceki bölümünü 30 kişi konuşur. Bu durum iyi veya kötü olduğu için değil, televizyon seyircisi bunu kaldırdığı için. Bu yüzden televizyon seyircisini ve ‘yabancı dizi seyircisi’ni birbirinden ayrı tutuyoruz (tırnak içindeki kitleye Ezel ve Behzat Ç. izleyicileri de dahil diye düşünüyorum).
Her bölüm farklı bir konuyu ele alan -her bölüm farklı bir cinayet/tıbbi vaka vs. çözen- veya kurgusu karmaşık olmadığından bir bölümü anlamak için bir öncekini seyretmenin gerek olmadığı televizyon programlarının daha fazla reyting alması işten bile değil bu durumda. Amerikan televizyonunun da o tarafa kaydığını görüyoruz sanki yavaştan. Eskiden nasıldı pek bilmiyorum gerçi ama, şimdi ne tarafa dönsek her bölümünde farklı bir vakayı işleyen bir dizi: House, Mentalist, Supernatural, CSI’lar, White Collar, NCIS ve adı yurt dışına taşmamış ama reytingleri iç açıcı olan daha onlarcası…
Televizyonlar kaka, Survivor izlemeyin dediğimden değil, yanlış anlamayın. Öyle Bir Geçer Zaman ki ikinci en sevdiğim Türk dizisidir, işim olmadığı salı akşamlarında izlemeyi çok severim. Ama bir hafta kaçırdım diye açıp da bilgisayardan izlemem mesela, zaman kaybı gibi gelir. Bazı dizileri kaçıramazsın, ama onu kaçırabilirsin.
Sonra Heroes, Flashforward falan neden iptal ediliyor diye sormayın. Böyle.
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Aslında yazıma “Bugün size bir başyapıttan bahsedeceğim.” diye girmeyi dilerdim, ama daha önce başka bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlemediğimi belirtmek durumundayım. Dolayısıyla yazım boyunca “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı diğer NBC filmleriyle karşılaştırma fırsatı bulamayacağım. Öte yandan BZA’nın hiçbir zaman yeteri kadar engin olamayacak sinema kültürüme yepyeni bir boyut kazandırdığını ve bana bildiğim “film” kavramını unutturduğunu söylemem yanlış olmaz.
Sanki yıllarca insanları gözlemlemekten başka hiçbir şey yapmamış Nuri Bilge Ceylan, yalnız oradan oraya dolaşıp insanların dertlerini dinlemiş, bakışlarını incelemiş, salt zevk almak için hayatın ayrıntılarını ortaya dökmeye koyulmuş. Ya durum böyle, ya da Yılmaz Erdoğan gerçekten bir komiser, Muhammet Uzuner gerçekten taşrada çalışan bir doktor, Taner Birsel gerçekten muazzam bir hikayeyi soğukkanlılığını bozmadan gözleriyle anlatan bir savcı ve kendileri bugüne kadar televizyonda, tiyatrolarda ve sinemalarda karşımıza çıkarak bizi kandırmakla meşguldüler.
“Filmimizde olay örgüsü önemli değil.” dememin filmi henüz izlememiş olanları ürküteceğini bildiğimden filmin konusuna değineyim biraz. “Katil kim?” sorusunun cevabını başından veren bir polisiye filmi diyebiliriz BZA’ya. Film boyunca bir komiser (Yılmaz Erdoğan), bir doktor (Muhammet Uzuner), bir savcı (Taner Birsel), şoför (Ahmet Mümtaz Taylan) ve katilimiz (Fırat Tanış) önderliğinde geniş bir ekibin maktulün cesedini aramasını izliyor ve bu sırada karakterlerimizin iç dünyalarını çaresizce anlamaya çalışıyoruz. Hatta karakterlerin iç dünyalarını anlamaya o kadar odaklanıyoruz ki, ben film sırasında birkaç kez kendimi diyalogları dinlemeyi bırakmış karakterin gözlerinden bir hikâye çıkarmaya çalışırken buldum. Nuri Bilge Ceylan da bunu sağlamaya çalışmış olacak ki, karakterlerin iç dünyası hakkında olay örgüsü dahilinde verdikleri yok denecek kadar az. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir kitapta, izlediğim hiçbir dizi veya filmde gözlemci bakış açısının bu denli iyi kullanıldığını görmemiştim. Her eserde bir havada kalmışlık vardı, sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum, o dünyada olanlar bizim dünyamızda olamazdı. Oysa Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Filmde oyuncuların performansı gerçekten göz dolduruyor. Zaten hepsinin hayatından yeni bir film çıkabilirmiş gibi lanse edilen karakterler, oyuncuların başarısıyla daha da derinlik kazanmış. Oyuncuların tamamı karakterinin yaşı kadar onunla yaşamış gibi ve buna muhtarın 20 yaşındaki kızından 60 yaşındaki kendisine kadar herkes dahil. Belirtmeden geçmek olmaz, Ercan Kesal da muhtar rolüyle ayakta alkışlanmayı hak edecek bir performans sergilemiş.
Karakter-tip farkını da farkında olmadan göz önüne getiriyor BZA. Mesela Murat Kılıç’a da ekranda bolca rastlıyoruz ama oynadığı kişi hiç de ön plana çıkmıyor, çünkü ön plana çıkanların hepsi söyleyecek bir sözü olan, yaşadıklarını bilmeseniz bile bir şeyler yaşadığı gözlerinden anlaşılan karakterler. Hayatla bir alıp veremediği olmayanlar tip olarak kalmaya mahkumdur diye düşünmeden edemiyor insan bu durumda.
Bir Zamanlar Anadolu’da görsel anlamda da çok kaliteli bir yapıt. Nuri Bilge Ceylan’ın yakaladığı kareler, kullandığı açılar ve ifade edemeyeceğim daha bir çok sinema terimi izleyene filmdeki görüntülerin hiçbir şekilde daha iyi olamayacağını düşündürüyor. BZA salt usta yönetmenin yakaladığı karelere hayran kalmak için bile izlenir.
Nuri Bilge Ceylan filmin olağanüstü seviyedeki olağanlığından hiçbir şekilde ödün vermezken, yer yer aslında hayatımızda var olan ama bu şekilde göz önüne getirildiğinde çok garipsediğimiz bazı gerçekleri de ortaya döküyor. Mesela bir otopsi sahnesi var ki, “Dünya gerçekten de böyle bir yer, insanlar gerçekten de bu kadar kendi dünyalarında.” fikrini eminim her izleyicinin aklına sokmayı başarıyor.
Bir Zamanlar Anadolu’da herhangi bir film değil, hayatın kendisi, kendimiz dışındaki insanları birebir gözlemleme fırsatı, ama kendimiz de aynı zamanda. Nuri Bilge Ceylan’ın yaratıcılığıyla tanışmadan “Film izliyorum ben.” demem çok yanlışmış, bunu öğretti bana Bir Zamanlar Anadolu’da.
140 dakikanın bir filme az gelebileceğini hiç düşünmezdim, gelebiliyormuş demek ki.
Filmi izlemiş olanlara:
Google’a Clarke Gable yazdım, gerçekten de Taner Birsel benziyormuş ona. Filmin gülümseten sahnelerindendi… :)
Burası da spoiler’lı son:
İzlemiş olanlarla filmin sonunu seve seve tartışabiliriz, zira Nolan’ın Memento‘sundaki boyutta bir dumurla karşı karşıya kaldım ben film bittiğinde. Doktorun Kenan’ı kayırmaktaki amacı neydi? Doktorla maktulün karısı arasındaki bakışmalara bir anlam yüklemeli miyiz? Yönetmen Semir Aslanyürek konuyla ilgili “Burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir.” gibi bir çıkarım yapmış, iyi de yapmış.
Aslında yazıma “Bugün size bir başyapıttan bahsedeceğim.” diye girmeyi dilerdim, ama daha önce başka bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlemediğimi belirtmek durumundayım. Dolayısıyla yazım boyunca “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı diğer NBC filmleriyle karşılaştırma fırsatı bulamayacağım. Öte yandan BZA’nın hiçbir zaman yeteri kadar engin olamayacak sinema kültürüme yepyeni bir boyut kazandırdığını ve bana bildiğim “film” kavramını unutturduğunu söylemem yanlış olmaz.
Sanki yıllarca insanları gözlemlemekten başka hiçbir şey yapmamış Nuri Bilge Ceylan, yalnız oradan oraya dolaşıp insanların dertlerini dinlemiş, bakışlarını incelemiş, salt zevk almak için hayatın ayrıntılarını ortaya dökmeye koyulmuş. Ya durum böyle, ya da Yılmaz Erdoğan gerçekten bir komiser, Muhammet Uzuner gerçekten taşrada çalışan bir doktor, Taner Birsel gerçekten muazzam bir hikayeyi soğukkanlılığını bozmadan gözleriyle anlatan bir savcı ve kendileri bugüne kadar televizyonda, tiyatrolarda ve sinemalarda karşımıza çıkarak bizi kandırmakla meşguldüler.
“Filmimizde olay örgüsü önemli değil.” dememin filmi henüz izlememiş olanları ürküteceğini bildiğimden filmin konusuna değineyim biraz. “Katil kim?” sorusunun cevabını başından veren bir polisiye filmi diyebiliriz BZA’ya. Film boyunca bir komiser (Yılmaz Erdoğan), bir doktor (Muhammet Uzuner), bir savcı (Taner Birsel), şoför (Ahmet Mümtaz Taylan) ve katilimiz (Fırat Tanış) önderliğinde geniş bir ekibin maktulün cesedini aramasını izliyor ve bu sırada karakterlerimizin iç dünyalarını çaresizce anlamaya çalışıyoruz. Hatta karakterlerin iç dünyalarını anlamaya o kadar odaklanıyoruz ki, ben film sırasında birkaç kez kendimi diyalogları dinlemeyi bırakmış karakterin gözlerinden bir hikâye çıkarmaya çalışırken buldum. Nuri Bilge Ceylan da bunu sağlamaya çalışmış olacak ki, karakterlerin iç dünyası hakkında olay örgüsü dahilinde verdikleri yok denecek kadar az. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir kitapta, izlediğim hiçbir dizi veya filmde gözlemci bakış açısının bu denli iyi kullanıldığını görmemiştim. Her eserde bir havada kalmışlık vardı, sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum, o dünyada olanlar bizim dünyamızda olamazdı. Oysa Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Filmde oyuncuların performansı gerçekten göz dolduruyor. Zaten hepsinin hayatından yeni bir film çıkabilirmiş gibi lanse edilen karakterler, oyuncuların başarısıyla daha da derinlik kazanmış. Oyuncuların tamamı karakterinin yaşı kadar onunla yaşamış gibi ve buna muhtarın 20 yaşındaki kızından 60 yaşındaki kendisine kadar herkes dahil. Belirtmeden geçmek olmaz, Ercan Kesal da muhtar rolüyle ayakta alkışlanmayı hak edecek bir performans sergilemiş.
Karakter-tip farkını da farkında olmadan göz önüne getiriyor BZA. Mesela Murat Kılıç’a da ekranda bolca rastlıyoruz ama oynadığı kişi hiç de ön plana çıkmıyor, çünkü ön plana çıkanların hepsi söyleyecek bir sözü olan, yaşadıklarını bilmeseniz bile bir şeyler yaşadığı gözlerinden anlaşılan karakterler. Hayatla bir alıp veremediği olmayanlar tip olarak kalmaya mahkumdur diye düşünmeden edemiyor insan bu durumda.
Bir Zamanlar Anadolu’da görsel anlamda da çok kaliteli bir yapıt. Nuri Bilge Ceylan’ın yakaladığı kareler, kullandığı açılar ve ifade edemeyeceğim daha bir çok sinema terimi izleyene filmdeki görüntülerin hiçbir şekilde daha iyi olamayacağını düşündürüyor. BZA salt usta yönetmenin yakaladığı karelere hayran kalmak için bile izlenir.
Nuri Bilge Ceylan filmin olağanüstü seviyedeki olağanlığından hiçbir şekilde ödün vermezken, yer yer aslında hayatımızda var olan ama bu şekilde göz önüne getirildiğinde çok garipsediğimiz bazı gerçekleri de ortaya döküyor. Mesela bir otopsi sahnesi var ki, “Dünya gerçekten de böyle bir yer, insanlar gerçekten de bu kadar kendi dünyalarında.” fikrini eminim her izleyicinin aklına sokmayı başarıyor.
Bir Zamanlar Anadolu’da herhangi bir film değil, hayatın kendisi, kendimiz dışındaki insanları birebir gözlemleme fırsatı, ama kendimiz de aynı zamanda. Nuri Bilge Ceylan’ın yaratıcılığıyla tanışmadan “Film izliyorum ben.” demem çok yanlışmış, bunu öğretti bana Bir Zamanlar Anadolu’da.
140 dakikanın bir filme az gelebileceğini hiç düşünmezdim, gelebiliyormuş demek ki.
Filmi izlemiş olanlara:
Google’a Clarke Gable yazdım, gerçekten de Taner Birsel benziyormuş ona. Filmin gülümseten sahnelerindendi… :)
Burası da spoiler’lı son:
İzlemiş olanlarla filmin sonunu seve seve tartışabiliriz, zira Nolan’ın Memento‘sundaki boyutta bir dumurla karşı karşıya kaldım ben film bittiğinde. Doktorun Kenan’ı kayırmaktaki amacı neydi? Doktorla maktulün karısı arasındaki bakışmalara bir anlam yüklemeli miyiz? Yönetmen Semir Aslanyürek konuyla ilgili “Burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir.” gibi bir çıkarım yapmış, iyi de yapmış.
House & Monk

Başlığı House vs. Monk da koyabilirdim aslında, ama karşılaştırmaktan veya birbirine üstün çıkartmaktan ziyade iki dizinin benzerliklerinden bahsedeceğim size.
Bir tarafta kendini beğenmiş zeki bir doktor, diğer tarafta tek derdi fazla (!) zeki olması olan takıntılı bir dedektif var. (Monk incelemem için tıklayın.)
İki dizinin de her bölümünde farklı bir vaka çözülüyor; süper-zeki karakterlerimiz sayesinde tabii.
House ukala ve kaba. En büyük hobileri insanlara laf sokmak ve kendi bildiğini okumak. Ama diziyi izleyen insanların %99.999’unun söyleyeceği gibi, dizide en sevilen karakter o. Hatta dizinin izlenme sebebi o.
Monk çekingen ve saf. Mükemmelliyetçiliği sayesinde en küçük kusurları görmekte üstüne yok. Ancak içine kapanıklığı yüzünden insan ilişkilerinde bir adım atabilecek yeterlilikte değil.
İşte burada iki dizinin de en güzel yanı olan ortak noktaya geliyorum. Kuşkusuz iki dizinin de en güzel anları, bu “normal olmayan” karakterlerimizin normal olmaya yaklaştığı, duygusallaştığı anlar. Monk bir hedef uğruna takıntılarını unuttuğu an içiniz içinize sığmıyor, veya House birinden hoşlandığını belli ettiğinde (söylemez o, ancak bakışından anlayabilirsiniz!) dizi hayatınızın en iyi dizisi haline geliyor. Dizi boyunca sizi en çok mutlu edecek şeyin iki karakterden birinin arkadaşına sarılışını görmek olduğunu biliyorsunuz. Dizilerin en unutulmaz bölümleri karakterin geçmişinin anlatıldığı bölümler, en unutulmaz sahneleri duygularının açığa çıktığı sahneler oluyor.
Bir de gülümsediler mi, o an ne derdiniz varsa unutuyorsunuz.
İki karakter de gayet yalnız olduğunu sanıyor. Ama aslında etrafları onları çok seven arkadaşlarıyla çevrili.
İkisi de zavallı olduğunu düşünüyor ve mutsuz. (House’un bir bölümünde üç yüz kez “miserable” kelimesini duyabilirsiniz.) Ama dünyaya yeniden gelseler, hiç tereddütsüz aynı şeyleri yaparlar.
Diziler her bölüm farklı bir konuyu ele alan birer “vaka çözme” dizisi oldukları için birçok senaryo ve kurgu benzerliği de var tabii. Zaten dizilerin bu denli karakter odaklı olmalarının sebebi de sürekli bir kurguya sahip olmamaları.
Karakterlerden bahsetmişken iki usta oyuncunun hakkını vermemek olmaz. Tony Shalhoub (Adrian Monk) ve Hugh Laurie (Gregory House) o kadar iyi iş çıkarıyorlar ki, büyük ölçüde karakterler üzerine kurulu iki dizinin de bu kadar tutmasına şaşmamalı.
Son olarak “House M.D.” ve “Monk” hakkında bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şimdiye kadar izlediğim hiçbir dizi, bu ikisini izlerkenki kadar mutlu olmamı sağlamamıştı.
Tony Shalhoub ve Hugh Laurie’ye saygılarımla…
Not: Size Shalhoub ve Laurie’nin gülücükler saçan fotoğraflarından seçtim, ne kadar da mutlu oldunuz değil mi? Evet evet, oldunuz.
*** Dizileri izlediyseniz ve özlediyseniz, şu bölümleri tekrar izleyin:
-Monk Season 8 Episodes 15 & 16 - Mr. Monk And The End Part 1&2
-House Season 3 Episode 12 - One Day One Room
-House Season 4 Episodes 15 & 16 - House’s Head & Wilson’s Heart
-House son iki bölüm
Ekcan: House’un hangi bölümünde hangi şarkı var? Ayrıca Torrent sitelerinde “House M.D. Songs” diye paketlenmiş linkler de bulmanız mümkün. Şarkılar harika çünkü.
Ekcan2: Son sözüm şudur: House izlemediyseniz, izleyin. Monk izlemediyseniz, vaktiniz varsa izleyin.
Flashforward (2009)
“Lost’un izinden bir dizi geliyor, izlenir!” diyerekten başlıyoruz bu diziye… Yapımcıları aynı çünkü. Lost’tan birkaç oyuncu da oynuyor ayrıca; Desmond’ın Penny’si ve Charlie mesela.
Diziyi üst sıralara taşımakta sırf konusu yeter aslında, o kadar iyi, düşünün. Konusunu, dizinin her bölümünün başlangıcındaki sözle açıklamak istiyorum: “6 Ekim günü gezegendeki herkes 2 dakika 17 saniyeliğine bilincini kaybetti. Bütün dünya geleceği gördü.”
İki şeyi başarılı bir şekilde anlatıyor dizimiz: 1– Bütün dünyadaki insanlar aynı anda bayılırsa ne olur? Uçak düşmeleri, trafik kazaları derken kaç kişi ölür? 2– Bir kişi, o günden tam altı ay sonrasında ne yapıyor olacağını görürse ne yapar? (Herkes psikopata bağlıyor ya, “6 ay sonra şu olacak, hayatım kurtuldu kardeşiim!”, “öldüm ben öldüm, öngörümde şunu gördüm, kesin gerçek olacak, hayatım bitti” ve bunlardan binlercesi….)
Tam olarak Türkçeye çeviremediğimiz “Flashforward” sözcüğünü, özellikle Lost’tan ve daha birçok diziden, kişilerin geçmiş ve geleceğinden sahneler gösterilmesiyle kullanılan “Flashforward” ve “Flashback” olaylarından tanıyoruz zaten. (Neden herkes Lost izliyormuş gibi davranıyorum ki ben? Tamam, tanımıyor olabilirsiniz, pardon.) Dizi sırasında da sözcüğü genelde “öngörü”, veya “geleceğimi gördüğümde…” diye çeviriyorlar.
Flashforward, Kanadalı yazar Robert J. Sawyer’ın 1999’da yayınlanmış aynı isimli romanından uyarlama. Türü için drama & bilim kurgu diyebiliriz.
Dizinin, yine Lost’la örtüşen bir yanı da, birçok karakter içerip; farklı zamanlarda / bölümlerde farklı karakterlerin üzerine eğilerek, onların “flashforward”larını göstererek karakter çeşitliliği sağlaması. Yani Lost kadar keskin bir şekilde her bölüm birinin hayatını anlatmasa da, birçok karakter, birçok gelecek, birçok hayat vs görüyoruz, bu da sıkılmayı engelliyor sanırsam.
Şimdiye kadar toplam 10 bölüm yayınlandı. Belirtmek gerekir ki, maalesef, Amerika’da diziye (belirsiz-) bazı nedenlerden dolayı Mart’a kadar ara verildi. İzlemek istiyorsanız Mart’a kadar yalnızca 10 bölüm var yani. Bunun nedenlerinden biri, Ocak’ta Lost’un başlayacak olması ve yapımcıların ona odaklanmak istemeleri olabilir, bilmiyoruz. Bir şey daha var ki, iyi olarak mı, kötü olarak mı değerlendirirsiniz bilmiyorum. Türk dizileri gibi, her bölümü, bir bomba atıp en heyecanlı yerinde bitiriyorlar. Adam bir şey diyor ya da yapıyor, “yok artııııııııııık” diye bağırırken “pat” diye bitiyor dizi. Bize de ertesi gün arkadaşlarla tartışacak soru işaretleri kalıyor. Bunu da en iyi 10. bölümde, yani devamını Mart’a kadar bekleyeceğimiz bölümde yapmışlar; cidden çok iyi bir bölümle oltayı atmışlar ve Mart’ta balıkları yakalamayı planlıyorlar herhalde!
Flashforward için “mutlaka izleyin, kaçırmayın” demem. Ama dizi bana, “hadi cuma gelsin artık da Flashforward izleyeliiim!” dedirtiyordu (Şimdi de “hadi Mart gelsiiin!” diyorum!). Zevkle de izletiyor bence. Arada biraz bayabilir; ama konusu, kurgusu, hikayesi başarılı. Lost’a bir alternatif olamaz belki, ama “Flashforward” ismini akıllara kazır kısa zamanda.
Aralık 2009 - Gölge e-Dergi
————————————————-
Flashforward ABC ekranlarında birinci sezonunu tamamladı, ardından da, gelirlerin dizinin yüksek bütçesini karşılamaması sonucu dizi ABC tarafından iptal edildi. İlk sezon aynı zamanda son sezondu yani dizi için.
Bu hiç hoş bir durum değil açıkçası; zira üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen dizi ile ilgili görüşlerim değişmedi, hatta daha da büyüdü gözümde “Flashforward”. Açıkçası ilk sezonun ardından, “mutlaka izleyin, kaçırmayın” derim. Devamı olmayacak olsa da izlemeye değer bence dizi.
Diziyi üst sıralara taşımakta sırf konusu yeter aslında, o kadar iyi, düşünün. Konusunu, dizinin her bölümünün başlangıcındaki sözle açıklamak istiyorum: “6 Ekim günü gezegendeki herkes 2 dakika 17 saniyeliğine bilincini kaybetti. Bütün dünya geleceği gördü.”
İki şeyi başarılı bir şekilde anlatıyor dizimiz: 1– Bütün dünyadaki insanlar aynı anda bayılırsa ne olur? Uçak düşmeleri, trafik kazaları derken kaç kişi ölür? 2– Bir kişi, o günden tam altı ay sonrasında ne yapıyor olacağını görürse ne yapar? (Herkes psikopata bağlıyor ya, “6 ay sonra şu olacak, hayatım kurtuldu kardeşiim!”, “öldüm ben öldüm, öngörümde şunu gördüm, kesin gerçek olacak, hayatım bitti” ve bunlardan binlercesi….)
Tam olarak Türkçeye çeviremediğimiz “Flashforward” sözcüğünü, özellikle Lost’tan ve daha birçok diziden, kişilerin geçmiş ve geleceğinden sahneler gösterilmesiyle kullanılan “Flashforward” ve “Flashback” olaylarından tanıyoruz zaten. (Neden herkes Lost izliyormuş gibi davranıyorum ki ben? Tamam, tanımıyor olabilirsiniz, pardon.) Dizi sırasında da sözcüğü genelde “öngörü”, veya “geleceğimi gördüğümde…” diye çeviriyorlar.
Flashforward, Kanadalı yazar Robert J. Sawyer’ın 1999’da yayınlanmış aynı isimli romanından uyarlama. Türü için drama & bilim kurgu diyebiliriz.
Dizinin, yine Lost’la örtüşen bir yanı da, birçok karakter içerip; farklı zamanlarda / bölümlerde farklı karakterlerin üzerine eğilerek, onların “flashforward”larını göstererek karakter çeşitliliği sağlaması. Yani Lost kadar keskin bir şekilde her bölüm birinin hayatını anlatmasa da, birçok karakter, birçok gelecek, birçok hayat vs görüyoruz, bu da sıkılmayı engelliyor sanırsam.
Şimdiye kadar toplam 10 bölüm yayınlandı. Belirtmek gerekir ki, maalesef, Amerika’da diziye (belirsiz-) bazı nedenlerden dolayı Mart’a kadar ara verildi. İzlemek istiyorsanız Mart’a kadar yalnızca 10 bölüm var yani. Bunun nedenlerinden biri, Ocak’ta Lost’un başlayacak olması ve yapımcıların ona odaklanmak istemeleri olabilir, bilmiyoruz. Bir şey daha var ki, iyi olarak mı, kötü olarak mı değerlendirirsiniz bilmiyorum. Türk dizileri gibi, her bölümü, bir bomba atıp en heyecanlı yerinde bitiriyorlar. Adam bir şey diyor ya da yapıyor, “yok artııııııııııık” diye bağırırken “pat” diye bitiyor dizi. Bize de ertesi gün arkadaşlarla tartışacak soru işaretleri kalıyor. Bunu da en iyi 10. bölümde, yani devamını Mart’a kadar bekleyeceğimiz bölümde yapmışlar; cidden çok iyi bir bölümle oltayı atmışlar ve Mart’ta balıkları yakalamayı planlıyorlar herhalde!
Flashforward için “mutlaka izleyin, kaçırmayın” demem. Ama dizi bana, “hadi cuma gelsin artık da Flashforward izleyeliiim!” dedirtiyordu (Şimdi de “hadi Mart gelsiiin!” diyorum!). Zevkle de izletiyor bence. Arada biraz bayabilir; ama konusu, kurgusu, hikayesi başarılı. Lost’a bir alternatif olamaz belki, ama “Flashforward” ismini akıllara kazır kısa zamanda.
Aralık 2009 - Gölge e-Dergi
————————————————-
Flashforward ABC ekranlarında birinci sezonunu tamamladı, ardından da, gelirlerin dizinin yüksek bütçesini karşılamaması sonucu dizi ABC tarafından iptal edildi. İlk sezon aynı zamanda son sezondu yani dizi için.
Bu hiç hoş bir durum değil açıkçası; zira üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen dizi ile ilgili görüşlerim değişmedi, hatta daha da büyüdü gözümde “Flashforward”. Açıkçası ilk sezonun ardından, “mutlaka izleyin, kaçırmayın” derim. Devamı olmayacak olsa da izlemeye değer bence dizi.
Dollhouse (2009)
Dollhouse; Buffy the Vampire Slayer, Angel, Firefly gibi yapıtların da yönetmeni olan Josh Whedon tarafından yaratıldı ve 2009 Şubat’ında başlayıp 2010 Ocak’ında bitecek kadar kısa sürdü maalesef. Dizi 2 sezon ve 26 bölüm içeriyor.
“Dollhouse”, hayatlarının beş yılını buraya vermek için anlaşmış “ajanların” kişiliklerinin silinerek yerine müşterinin isteği doğrultusunda bir kişilik yazıldığı bir yer; yani beyninizi önce boşaltıp sizi yürüyen bir “oyuncak bebeğe” dönüştürüyor, sonra da bir “müşteri”nin siparişi üzerine yaratılan bir karakteri beyninize yazıyorlar. Örneğin biri asla hata yapmayacak bir tetikçi arıyorsa “bebeğimiz” kusursuz bir tetikçi oluyor; iki gün boyunca ona dünyadaki en iyi eş olacak birini arıyorsa da kusursuz bir eş…
Dizimiz “ajan”lardan birinin, Echo’nun, gittiği görevleri ve bu sırada kişiliğinde yaşanan gelişmeleri göz önüne getiriyor. (Alpha, Echo, November, Sierra vs olarak adlandırıyorlar bebekleri. Fonetik alfabe yani… Washington Dollhouse’unda da isimler mitolojiden alınma mesela, Hades falan. Bizimki Los Angeles tabii :) ) Dizinin konusundan da anlayabileceğiniz gibi bebeklerin her bölümde farklı bir karaktere bürünmeleri gerekiyor; dolayısıyla yüksek bir oyunculuk performansı gerektiriyor Dollhouse ve dizideki herkes bunun altından başarıyla kalkıyor bence. Başrolde, Echo’yu başarıyla canlandıran Amerikalı aktris Eliza Dushku var. Dizinin oyuncularının neredeyse tamamı çok başarılı, ancak hepsinin ismini buraya yazmaya kalkarsam diziden bahsedemem. Yine de birkaç karakter/oyuncu var ki, bahsetmeden geçmek imkansız. Harry Lennix’in canlandırdığı, Echo’nun amiri ve daha sonra Dollhouse’un güvenlik şefi olan Boyd Langton benim favori karakterlerimden biri ve hem karakterin dizideki yeri, hem de oyuncunun başarısı sayesinde dizinin en önemli ve en sevilen karakterlerinden biri haline geliyor kendisi.
Burada çok pis bir spoiler veresim var ama yapmayacağım, siz de izleyip dizinin tek “yok artııııık” dedirten yerine geldiğinizde beni hatırlarsınız.
Kayda değer karakterlerden bir diğeri olan süper dahi (cinyıs), sevimli ve iyi kalpli bilimadamımız Topher Brink rolünde Fran Kranz var. Onu her gördüğümde yüzümü bir gülümseme kaplıyor şahsen ve özellikle final bölümdeki performansıyla göz doldurdu bence Kranz. İşin kötüsü, arkadaşı ağzım kulaklarımda izleye izleye, arada bir onun gibi gülmeye başladım (Tamam sempatik falan ama “hihi” şeklinde gülmek hoş olmuyor toplum içinde). Bu arada herhalde hiçkimse, Topher Brink’in o yokken yerine bakması için kendi kişiliğini yazdığı Victor(Enver Gjokaj)’dan daha iyi taklit edemezdi Kranz’i. Dizinin en “olmamış” karakteri ise bence Paul Ballard (Tahmoh Penikett) –Boyd Langton da sonlarda bir yerde belirtiyor bunu ucundan-, ama yine de o bile göze batacak kadar kötü değil kanımca.
Dizi başlarda biraz karışık geliyor -bunun nedeni de şüphesiz seyirci “Dollhouse” dünyasında dönen olayları sindiremeden karışık aksiyonlara gidilmiş olması-, ama zaman geçtikçe diziye ve teknolojiye ilginiz artıyor. Ancak dizinin temposu zaman zaman ağır geldiğinden üst üste izlemek sıkabilir.
İki sezonun da final bölümlerinde, dizinin havasından farklı olarak, 10 yıl sonrasına gidiliyor ve mevcut teknolojinin sebep olacağı felaketten bahsediliyor. Dizi finalinde de bu felaketin çözümlenmesi yönünde ana karakterlerimizin attığı adımları izliyoruz. Final bölümlerin dizinin havasından farklı olmasını pek olumlu bulmuyorum aslında; şahsen finalin, diziyle ilgili tüm anılarımı canlandıracak, gülümseyip “ne diziydi be, bu da bitti bak!” dememi sağlayacak en azından birkaç sahnesi olsaydı daha çok tatmin olurdum. Dizinin böyle apar topar bitirilmiş gibi görünmesini de Fox’un diziyi 2. sezonda bitirmeye karar vermesine bağlamalayız.
Dollhouse belki “çok kaliteli” Amerikan dizilerinden değil; ama oyunculuk performansları ve konunun ilginçliğiyle seyirciyi heyecanlandırmayı başaran, izlemeye değer bir yapıt bence.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
“Dollhouse”, hayatlarının beş yılını buraya vermek için anlaşmış “ajanların” kişiliklerinin silinerek yerine müşterinin isteği doğrultusunda bir kişilik yazıldığı bir yer; yani beyninizi önce boşaltıp sizi yürüyen bir “oyuncak bebeğe” dönüştürüyor, sonra da bir “müşteri”nin siparişi üzerine yaratılan bir karakteri beyninize yazıyorlar. Örneğin biri asla hata yapmayacak bir tetikçi arıyorsa “bebeğimiz” kusursuz bir tetikçi oluyor; iki gün boyunca ona dünyadaki en iyi eş olacak birini arıyorsa da kusursuz bir eş…
Dizimiz “ajan”lardan birinin, Echo’nun, gittiği görevleri ve bu sırada kişiliğinde yaşanan gelişmeleri göz önüne getiriyor. (Alpha, Echo, November, Sierra vs olarak adlandırıyorlar bebekleri. Fonetik alfabe yani… Washington Dollhouse’unda da isimler mitolojiden alınma mesela, Hades falan. Bizimki Los Angeles tabii :) ) Dizinin konusundan da anlayabileceğiniz gibi bebeklerin her bölümde farklı bir karaktere bürünmeleri gerekiyor; dolayısıyla yüksek bir oyunculuk performansı gerektiriyor Dollhouse ve dizideki herkes bunun altından başarıyla kalkıyor bence. Başrolde, Echo’yu başarıyla canlandıran Amerikalı aktris Eliza Dushku var. Dizinin oyuncularının neredeyse tamamı çok başarılı, ancak hepsinin ismini buraya yazmaya kalkarsam diziden bahsedemem. Yine de birkaç karakter/oyuncu var ki, bahsetmeden geçmek imkansız. Harry Lennix’in canlandırdığı, Echo’nun amiri ve daha sonra Dollhouse’un güvenlik şefi olan Boyd Langton benim favori karakterlerimden biri ve hem karakterin dizideki yeri, hem de oyuncunun başarısı sayesinde dizinin en önemli ve en sevilen karakterlerinden biri haline geliyor kendisi.
Burada çok pis bir spoiler veresim var ama yapmayacağım, siz de izleyip dizinin tek “yok artııııık” dedirten yerine geldiğinizde beni hatırlarsınız.
Kayda değer karakterlerden bir diğeri olan süper dahi (cinyıs), sevimli ve iyi kalpli bilimadamımız Topher Brink rolünde Fran Kranz var. Onu her gördüğümde yüzümü bir gülümseme kaplıyor şahsen ve özellikle final bölümdeki performansıyla göz doldurdu bence Kranz. İşin kötüsü, arkadaşı ağzım kulaklarımda izleye izleye, arada bir onun gibi gülmeye başladım (Tamam sempatik falan ama “hihi” şeklinde gülmek hoş olmuyor toplum içinde). Bu arada herhalde hiçkimse, Topher Brink’in o yokken yerine bakması için kendi kişiliğini yazdığı Victor(Enver Gjokaj)’dan daha iyi taklit edemezdi Kranz’i. Dizinin en “olmamış” karakteri ise bence Paul Ballard (Tahmoh Penikett) –Boyd Langton da sonlarda bir yerde belirtiyor bunu ucundan-, ama yine de o bile göze batacak kadar kötü değil kanımca.
Dizi başlarda biraz karışık geliyor -bunun nedeni de şüphesiz seyirci “Dollhouse” dünyasında dönen olayları sindiremeden karışık aksiyonlara gidilmiş olması-, ama zaman geçtikçe diziye ve teknolojiye ilginiz artıyor. Ancak dizinin temposu zaman zaman ağır geldiğinden üst üste izlemek sıkabilir.
İki sezonun da final bölümlerinde, dizinin havasından farklı olarak, 10 yıl sonrasına gidiliyor ve mevcut teknolojinin sebep olacağı felaketten bahsediliyor. Dizi finalinde de bu felaketin çözümlenmesi yönünde ana karakterlerimizin attığı adımları izliyoruz. Final bölümlerin dizinin havasından farklı olmasını pek olumlu bulmuyorum aslında; şahsen finalin, diziyle ilgili tüm anılarımı canlandıracak, gülümseyip “ne diziydi be, bu da bitti bak!” dememi sağlayacak en azından birkaç sahnesi olsaydı daha çok tatmin olurdum. Dizinin böyle apar topar bitirilmiş gibi görünmesini de Fox’un diziyi 2. sezonda bitirmeye karar vermesine bağlamalayız.
Dollhouse belki “çok kaliteli” Amerikan dizilerinden değil; ama oyunculuk performansları ve konunun ilginçliğiyle seyirciyi heyecanlandırmayı başaran, izlemeye değer bir yapıt bence.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
Ejder Kapanı (2010)
Uğur Yücel ilk kez senaryosunu kendi yazmadığı bir film çekecekmiş dediler, olay oldu. Filmin fragmanı yayınlandı, “Vaay, ne film yapmış bizimkiler!” dedik.
Dev Hollywood yapımları karşısında kendine yer edinmek için çırpınan Türk sineması için büyük bir gelişme aslında Ejder Kapanı. Türk sinemasının ilk seri katilli polisiyesini çekti Uğur Yücel ve çoğu kişinin beklediği kadar iyi olmasa da Türk sinemasının çizgisini yükselten bir film oldu bu.
Gerek oyuncu kadrosu ve oyuncuların rolleri yansıtmadaki başarıları, gerek görsel efektler filmin kalitesini izleyicinin gözüne sokmaya yetiyordu; ama yine de birçok kişi beklediğini bulamadı filmde. Bunun en etkili nedeni ise, filmin karşılaştırıldığı yapıtların kalitesi. Hollywood filmlerinden bahsediyorum tabii ki; böylesine büyük, kaliteli, heyecan dolu polisiye filmleri izlemeye alışmış seyirci için biraz düşük tempolu geliyor Ejder Kapanı. İkinci neden, filmin tüm aksiyonlarının fragmana koyulmuş olması ve bunun beklentiyi yükseltmesi. Filmde fazla aksiyon olmaması tempoyu düşürünce de, seyirci aradığını bulamıyor maalesef.
Ejder Kapanı’nı bizim kalitesine maalesef erişemediğimiz daha büyük filmlerle karşılaştırmaz, tek başına bir film olarak veya Türk sineması dahilinde değerlendirirsek, işte o zaman seyirciyi tatmin eden bir yapıt olur film.
Başrol oyuncuları Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler, Berrak Tüzünataç, Ceyda Düvenci olarak gösterildi ve bunun sebebi herhalde “uuuf, kadroya bak!” dedirtmek, bunu başarmışlar da… Ancak başrollerimizde yalnızca Uğur Yücel ve Kenan İmirzalıoğlu var, ki Nejat İşler’i filmde bu kadar az görmem moralimi bozdu bu yüzden. Ama tabii ki Yücel ve İmirzalıoğlu karakterlerinin inandırıcılığını başarıyla sağlamış ve “Çerkez” ve “Akrep”i akıllardan bir süre silinmeyecek karakterler haline getirmişler.
Filmin konusundan bahsetmedim değil mi ben? Aftan çıkmış tecavüzcüleri tek tek avlayan bir seri katil var ortada ve polislerimiz Abbas (Çerkez – Uğur Yücel) ve Akrep Celal (İmirzalıoğlu) katili yakalamaya çalışıyor. Cinayetlerin işleniş şekilleri, arada titreyen ekran efektleri ve diğer görsel efektler, kısa da sürse arabayla kovalamaca sahnesi ve seri cinayetlerin ejdere bağlanış şekli filmin en başarılı noktalarıydı bence. Olumsuz yönleri ise; temposunun düşüklüğü, Ceyda Düvenci iyi oynasa da karakterinin biraz konuya alakasız kaçması, sonucun önceden tahmin edilebilirliği (yine de filmin tadını kaçırmadı bu durum) ve daha önce söylediğim gibi, en önemlisi, karşılaştırılacak filmlerin çok sayıda ve kaliteli olması.
Tahmin edin bakalım filmdeki devasa karakol neresi? Evet, bildiniz, İstanbul Lisesi binası… Filmde –olumsuz olarak bence– dikkat çeken durumlardan biri de, İstanbul’a ve bizim okula ait tüm görsel nimetlerden faydalanmak istenmesi (bir yerde, konuya hiçbir şekilde bağlantısı olmadığı halde, Uğur Yücel “ben terasa çıkacam azcık” diyor ve bizim çatının manzarasını gösteriyorlar :D ). Bu tabii ki kötü bir olay değil ama konuyla bağlantısız kaçan ayrıntılar insanı rahatsız ediyor biraz.
İyi bir polisiye çıkarmak için elinden geleni yapmış Uğur Yücel, iyi ki de yapmış… Ama karşılaştırmalarda üstün gelebilmesi için biraz daha kalite gerek Türk filmlerine. Sinemada izleyerek zaman kaybetmek istemiyorsanız da, cd’sini mutlaka alın derim.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
————————————
Ek: Hem bir Türk filmi olup, hem harika bir kadroya sahip olup; hem de seyirciyi daha çıkmadan bu kadar heyecanlandıran bir film daha var önümüzde: Av Mevsimi. İlgili bilgiyi sonraki iletilerimde bulabilirsiniz; o da kaçmayacak bir film, emin olun…
Monk (2002)
Hiç 125 bölümlük, 8 sezonluk bir dizi izleyip de sıkılmadığınız, “Bir 8 sezon daha olsaydı keşkee!!” dediğiniz bir dizi oldu mu?
Benjamin Linus’tan, Noah Bennett’tan, Michael Scofield’dan veya Ari Gold’dan daha zeki bir karakter tanıyor musunuz?
Bir dizi izlerken dizinin baş karakterine ve onu canlandıran oyuncuya deli gibi saygı ve sevgi duyduğunuz oldu mu?
Cevaplarınız “hayır”, değil mi? Monk’la tanışmamışsınız demek ki!
Muhtemelen üstün zekasının sebep olduğu obsesif kompulsif bozuklukla cebelleşirken dünya üzerinde çözülmemiş cinayet davası bırakmayacak yetenekteki dedektif Adrian Monk’tan bahsediyoruz!
Monk kimdir? Obsesif kompulsif ne ola ki?
San Fransisco polis departmanında dedektiflik yapan Adrian Monk, dizinin başlangıcından üç yıl önce bir araba bombası nedeniyle karısını kaybetmiş, bu olayın ardından da çocukluğundan beri onu herkesten farklı kılan “obsesif kompulsif bozukluğu” (= takıntı, takıntı, takıntı) etkisini artırmış ve Monk psikolojik nedenlerden ötürü rozetini kaybetmiştir. 3 yıl boyunca evine kapanan Monk, dizimizin başlangıcından kısa bir süre önce,
5 Ağustos 2012 Pazar
Çay
Bir el sallayışındadır insanın
Yaşadığı heyecan o ana değin
Ve mutluluğu sonrasındaki
Anları aklına resmederkenki mutluluğu
Tüm hevesiyle zıplamasındadır bir kedinin
Nicedir dinlediğin hikâyelerin tadı
Ve gülümseme sonrasındaki
Hikâyelerdeki samimiyetin çizdiği gülümseme
Ve merakla dinlediğin sözcüklerdedir
Bir hayat ve kahkaha, bir sıcak çay
Ve tanıdık bir huy
Bir yabancının ağzından, tanıdık sözcüklerde
Bir "hoşçakal"ın sonsuz olmasındadır umut
Bir sonraki el sallayışın heyecanı
Ve bir insanın gözlerindedir
Dünün ve bugünün ve yarının sonsuz neşesi
Yaşadığı heyecan o ana değin
Ve mutluluğu sonrasındaki
Anları aklına resmederkenki mutluluğu
Tüm hevesiyle zıplamasındadır bir kedinin
Nicedir dinlediğin hikâyelerin tadı
Ve gülümseme sonrasındaki
Hikâyelerdeki samimiyetin çizdiği gülümseme
Ve merakla dinlediğin sözcüklerdedir
Bir hayat ve kahkaha, bir sıcak çay
Ve tanıdık bir huy
Bir yabancının ağzından, tanıdık sözcüklerde
Bir "hoşçakal"ın sonsuz olmasındadır umut
Bir sonraki el sallayışın heyecanı
Ve bir insanın gözlerindedir
Dünün ve bugünün ve yarının sonsuz neşesi
Kaydol:
Yorumlar (Atom)









