İnsanlar mutlaka sanatla uğraşmalı.
Mutlaka sanatla uğraşmalıyım. Yoksa hayal gücüm o kadar körelecek ki... Rüyalarım çirkinleşecek bir kere, rüyamda bulunduğum binada gerçekten bulunuyor olacağım; saçma bir lunapark görüp orayı okulum zannedeceğime. Veya yıllar önce olduğu gibi ilkokulumun bahçesinde mezarlık görüp korkacağım bir rüya yerine gerçekten bulunduğum okulu görüp normal bir işimin rast gitmediği kabusuyla uyanacağım.
İnsanların rüyaları hayal gücünden yoksun olmamalı.
İnsanların tüm varlığı rüyaları belki de.
Güzel insanlar etrafımda oldukça hayal gücüm var olmaya devam edecek belki. Veya ben farkında olmadan körelip gidecek, ama eminim ki sinema veya tiyatro veya şiir veya romanlar bir yerlerde oldukça, rüyalarım da uçuk kaçık olmaya devam edecek.
Ve hayattan tek istediğim bu.
Hayat güzel, sizce de öyle değil mi?
Aradığınızı bulmak için alttaki kategorilere buyrun. Çok sıkılırsanız da gidin kitap okuyun, kitap okumak gibisi yok.
28 Aralık 2012 Cuma
22 Eylül 2012 Cumartesi
Bira - Tom Robbins
"O hafta günler bir türlü geçmek bilmedi. Hani sanki şişme kardan adama hava üflersiniz de o bir türlü tam şişmez ya, onun gibi bir şeydi."
"Moe Amca, 'Al sana iğrenç bir teolojik saçmalık daha.' dediği olay karşısında Karla Perkel'in tavır almasına pek sevinmişti. Gracie'nin öğretmeni türünden insanların er ya da geç Göklerdeki bir bulut yığınının üzerinde gece gündüz yayılacakları fikrine körü körüne inandıkları için ukalalaştıklarını söyledikten sonra, 'Ne ben ne bir başkası ölümden sonra olacakları biliyor.' dedi."
"(Gracie, Bira Perisi'ne:)'Sen bir tür melek misin yani?'
'Hayır, hayır, hayır. Melekler bira işine girmez. Onlar kaliteli şarap ve konyakla ilgilenir. Melekler ciddi ve entelektüel bir tavır takınma eğilimindedirler, ama benim fikrimi sorarsan eğer, ciddi ukala cinlerden başka bir şey değildir onlar. Bira fıçısında meleğe rastlayamazsın, inan bana.'
'Pazar okulu öğretmenim diyor ki, bira Şeytan'ın içeceğiymiş.'
'Daha neler! Bu onun öcüler hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu gösteriyor. Onu ve tabii ki de seni şöyle bilgilendireyim: Şeytan, Shirley Temples* içer.'"
*Shirley Temples: Alkol içermeyen bir kokteyl. Genellikle aileleri alkol alırken yanlarında bulunan çocuklara servis edilir.
"İlk fermantasyon işlemi bitince, henüz tam kıvama gelmemiş durumdaki birayı bunlara aktarırlar. Bu tanklarda iki hafta bekletilip dinlendirilirler. Bu işlemde genellikle fazla maya süzülerek atılır. Ama bazen biracılar, türüne göre, bazı biralardaki mayayı süzmezler ki şişedeyken de mayalanmaya devam etsin. Senin gibi çocuklar ise Gracie, büyüyene dek mayalanmaya bırakılmalı; ama ne yazık ki bazı ebeveynler ve kurumlar genç ruhları böyle süzüp atmaya çalışırlar."
Bira'dan - Tom Robbins
"Moe Amca, 'Al sana iğrenç bir teolojik saçmalık daha.' dediği olay karşısında Karla Perkel'in tavır almasına pek sevinmişti. Gracie'nin öğretmeni türünden insanların er ya da geç Göklerdeki bir bulut yığınının üzerinde gece gündüz yayılacakları fikrine körü körüne inandıkları için ukalalaştıklarını söyledikten sonra, 'Ne ben ne bir başkası ölümden sonra olacakları biliyor.' dedi."
"(Gracie, Bira Perisi'ne:)'Sen bir tür melek misin yani?'
'Hayır, hayır, hayır. Melekler bira işine girmez. Onlar kaliteli şarap ve konyakla ilgilenir. Melekler ciddi ve entelektüel bir tavır takınma eğilimindedirler, ama benim fikrimi sorarsan eğer, ciddi ukala cinlerden başka bir şey değildir onlar. Bira fıçısında meleğe rastlayamazsın, inan bana.'
'Pazar okulu öğretmenim diyor ki, bira Şeytan'ın içeceğiymiş.'
'Daha neler! Bu onun öcüler hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu gösteriyor. Onu ve tabii ki de seni şöyle bilgilendireyim: Şeytan, Shirley Temples* içer.'"
*Shirley Temples: Alkol içermeyen bir kokteyl. Genellikle aileleri alkol alırken yanlarında bulunan çocuklara servis edilir.
"İlk fermantasyon işlemi bitince, henüz tam kıvama gelmemiş durumdaki birayı bunlara aktarırlar. Bu tanklarda iki hafta bekletilip dinlendirilirler. Bu işlemde genellikle fazla maya süzülerek atılır. Ama bazen biracılar, türüne göre, bazı biralardaki mayayı süzmezler ki şişedeyken de mayalanmaya devam etsin. Senin gibi çocuklar ise Gracie, büyüyene dek mayalanmaya bırakılmalı; ama ne yazık ki bazı ebeveynler ve kurumlar genç ruhları böyle süzüp atmaya çalışırlar."
Bira'dan - Tom Robbins
Balık ve Çapari
Büyük rüzgârlarda küçük yapraklar
Salınıyor rüzgârda yeşil
Ağacından kopuk, esintiye kapılmış
Kendini gizlemeye başka yeşillikler peşinde
Sonra bir nota, tüm ruhuyla
Müziğin içinde kaybolup gitmeden son bir nefes
Benzerleri ve benzersizleriyle ahenk içinde
Kulaklara kazınmayı dileyerek tizleşiyor
Bir balık dünya kadar mavilikte
Devam etse mi tekdüze yüzmeye
Yoksa atılıverse mi kıyıda salınan çapariye
Misinanın görünmezliğinde parlayan güneş çekici
Tatlı bir uyku, içinde kısacık bir rüya
Uykuyu tatlı kılan rüyanın kendisi belki
Rüyayı kısacık kılansa yaşananların güzelliği
İnsan denen mahlûkat doyumsuz
Salınıyor rüzgârda yeşil
Ağacından kopuk, esintiye kapılmış
Kendini gizlemeye başka yeşillikler peşinde
Sonra bir nota, tüm ruhuyla
Müziğin içinde kaybolup gitmeden son bir nefes
Benzerleri ve benzersizleriyle ahenk içinde
Kulaklara kazınmayı dileyerek tizleşiyor
Bir balık dünya kadar mavilikte
Devam etse mi tekdüze yüzmeye
Yoksa atılıverse mi kıyıda salınan çapariye
Misinanın görünmezliğinde parlayan güneş çekici
Tatlı bir uyku, içinde kısacık bir rüya
Uykuyu tatlı kılan rüyanın kendisi belki
Rüyayı kısacık kılansa yaşananların güzelliği
İnsan denen mahlûkat doyumsuz
Merhaba İnsan!
Merhaba insan! (Bir arkadaşımdan öğrendim insan gibi insanlara "insan" diye hitap etmeyi ve çok anlamlı olduğunu düşünüyorum bunun.)
Doğru insanları bulmak çok zor biliyor musun? O uğurda hayatı geçer insanın -uğruna hayatın geçeceği en güzel yollardan biri bence-; doğrularıyla tanışır, bazen daha da doğrularıyla. Her zaman o kadar da şanslı olmaz ama. Çünkü farkında olmayız, bazı insanların taktığı "doğru insan" maskelerinin altında neler sakladığını göremeyiz, halbuki etrafımız yanlış insanlarla da doludur. Gergin ve kırıcı insanlarla bazen, bazense hırslı ve sapkın... Bazen kendinden başkasına saygı göstermeyenlerle dolu ve daha kötüsü: saygısızlık besleyenlerle.
Küçük şeylerden büyük mutluluklar tadabilmek çok güzeldir ya bir insan için, işte o aynı insan lanet olsun ki en küçük negatif enerjilerden büyük gerginlikler üretir kendi dünyasına. İşte bazen de bu küçük negatif enerjilerin kaynağı olan insanlarla doludur etrafımız. Bazense çok büyük negatif enerjilerin kaynağı olanlarla, çünkü onlar aynı bir yıldız gibi enerjilerini saçmayı kendilerine görev edinmişlerdir ve kendi ışıklarının parıltısı yüzünden etraflarında dönüp duran gezegenlerin farkına bile varmazlar.
Bazense daha garip bir şey olur: uzak kalırsın seni sen yapan doğru insanlardan. Yenileriyle tanışabilmek, hayatını büyütebilmek, kendi özgünlüğünde doğru bir insan olabilmek için gereklidir bu aslında ama yıpratıcı olabilir biraz. Ama "Acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı"*.
Sırf beni gördü diye yüzü gülen insanlar, farkında olmasalar da ben onları her gördüğümde içimde kedere dair ne varsa yok eden insanlar...
Beni ben yapan, bana hayatı öğreten insanlar...
Bir yere ayrılmayın olur mu? Ben büyüyüp geliyorum.
*"Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı." Ataol Behramoğlu - Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
Doğru insanları bulmak çok zor biliyor musun? O uğurda hayatı geçer insanın -uğruna hayatın geçeceği en güzel yollardan biri bence-; doğrularıyla tanışır, bazen daha da doğrularıyla. Her zaman o kadar da şanslı olmaz ama. Çünkü farkında olmayız, bazı insanların taktığı "doğru insan" maskelerinin altında neler sakladığını göremeyiz, halbuki etrafımız yanlış insanlarla da doludur. Gergin ve kırıcı insanlarla bazen, bazense hırslı ve sapkın... Bazen kendinden başkasına saygı göstermeyenlerle dolu ve daha kötüsü: saygısızlık besleyenlerle.
Küçük şeylerden büyük mutluluklar tadabilmek çok güzeldir ya bir insan için, işte o aynı insan lanet olsun ki en küçük negatif enerjilerden büyük gerginlikler üretir kendi dünyasına. İşte bazen de bu küçük negatif enerjilerin kaynağı olan insanlarla doludur etrafımız. Bazense çok büyük negatif enerjilerin kaynağı olanlarla, çünkü onlar aynı bir yıldız gibi enerjilerini saçmayı kendilerine görev edinmişlerdir ve kendi ışıklarının parıltısı yüzünden etraflarında dönüp duran gezegenlerin farkına bile varmazlar.
Bazense daha garip bir şey olur: uzak kalırsın seni sen yapan doğru insanlardan. Yenileriyle tanışabilmek, hayatını büyütebilmek, kendi özgünlüğünde doğru bir insan olabilmek için gereklidir bu aslında ama yıpratıcı olabilir biraz. Ama "Acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı"*.
Sırf beni gördü diye yüzü gülen insanlar, farkında olmasalar da ben onları her gördüğümde içimde kedere dair ne varsa yok eden insanlar...
Beni ben yapan, bana hayatı öğreten insanlar...
Bir yere ayrılmayın olur mu? Ben büyüyüp geliyorum.
*"Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı." Ataol Behramoğlu - Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
28 Ağustos 2012 Salı
26 Ağustos 2012 Pazar
Anlar
Bir kitap ve uzaklardan gelen güzel bir ezgi
O olmazsa mızıkayı elinize alıp çıkardığınız rastgele sesler
İnsanın sahip olduğu "boş" zaman, hak ettiği boş zaman... Nasıl da keyifli geliyor değerlendirmesi. Öncesinde, mecburen kabullenerek, sistemin kölesi olarak geçirdiğin garip bir yıl... Sen bir yarışa başlayacakken etrafına toplanıp da alkış tutan, tezahürat eden, bahis oynamış da o at birinci geldiğinde sevinçten havalara uçmaya hazır vaziyette yarış boyunca seni izleyen insanlar da cabası.
Ortasına kalemi sokup da çevirerek geri sardığınız kaset
Yanına da iki duble rakı veya bir kadeh vişne şarabı
O tuttukları alkışlar var ya... O yarışın tüm gerginliğini silip götüren, insanın içini mutlulukla dolduran başka alkışlar da var. Mesela sen bir ormanın ortasında kazanın içine eğilmiş, elinde bir kepçeyle Kemalpaşa'ya bakarken etrafında senden yaşlarca büyük 8-10 insanın seni alkışlaması var.
İzlenecek filmlerle doldurduğunuz mavi bir not kağıdı
Üstüne de o filmleri izlemeye yetmeyecek tonlarca vakit
Hep sevdiği insanlardan güç almalı insan. İçinde tutup da aylardır kendisini patlatan şeyleri açıkça konuşmalı doğru insanlarla. Hatta bir büyükle, onu anlayacak, akıl verecek, rahatlatacak, belki de o da aynı dertten muzdarip.
İnsanları, anları, gülümsemeleri hatırlamak için arayıp da bulduğunuz fotoğraflar
Sonra hatırlamanın gülümsemesiyle geleceğin hayallerine dalmak
Dünyada en önemli şeylerden biri ne biliyor musun? Müteşekkir olmak. Hiç denedin mi bir hocana çok iyi bir öğretmen olduğunu söylemeyi veya arkadaşlarına "İyi ki varsınız." demeyi?
Mağazada sana bir kıyafet öneren, hiç sevmediğin tezgahtara teşekkür et. Sokakta güneşin altında "İngilizce eğitimi ister misiniiz?" diye broşürü gözüne sokan çocuğa teşekkür et. Seni seven insanlara seni sevdikleri için teşekkür et veya müteşekkir olduğunu göster.
İzlenecek filmler, görülecek yerler, dinlenecek müzikler
İğrenç sesinizle mırıldanacağınız bir şarkı ve de sevilecek insanlar
Çünkü gülümsetmek de gülümsemek kadar güzel.
14 Ağustos 2012 Salı
Homo Ludens
Kim olduğumuzun ne önemi var? Şu dünyaya
gelmişiz ya; yazıyoruz, çiziyoruz, politikayla ilgili atıp tutuyoruz, ofsaydı
anlatıyoruz birbirimize… Birbirimizden ne farkımız var? Ben kimim, sen kimsin,
onlar kim; ne önemi var?
İnandınız mı bu söylediklerime? Kim
olduğumuzun önemi yok mu gerçekten? Bir “sen” yok mu sende, senden içeri;
Yunus’un dediği gibi? Var bence, hepimiz farklıyız, hepimizin aklında başka
şeyler var; hepimiz farklı görüyoruz, farklı seviyoruz; klavyede yazı yazışımız,
kolumuza uzanıp saatimize bakışımız bile farklı. “Acaba o şimdi ne yapıyordur?”
diye düşündüğümüzde, onun seninle aynı şeyi yapmadığı bir gerçek mesela. Farklı
kişiler kendi içlerinde gruplanabilir, ona bir şey demiyorum. “Koyun” diye
tanımlanabilecek insanlar vardır mesela, dünyaya ilgisiz olanlar vardır,
dünyaya ilgisi çok yanlış yönde olanlar vardır. (Kime göre, neye göre yanlış?
Bu da farklı mesela herkes için.) Boş yaşayıp dolu yaşadığını sananlar vardır,
hayatı nasıl yaşaması gerektiğini bilmeyenler vardır; bunlara karşılık
zekâlarıyla beni benden alan, her gördüğümde “iyi ki dünyada böyle insanlar
var” dediklerim vardır. Baksanıza, dünya o kadar da kötü bir yer olmasa gerek…
Benmerkezci olmadığımı düşünmeyi severim
(benmerkezci olanlardan nefret ederim). Ama egom biraz fazlaca mı bilmiyorum,
şimdi kendimden bahsedeceğim biraz. Evet egom fazla belki biraz, ama dedim ya,
zekâsıyla beni benden alanlara neredeyse taparım. Öncelikli saygı ölçütü
zekâdır benim için.
Erdemli ve habis (bkz: good – evil)
insanın varlığına inanırım, erdemli olmaya çalışırken ne yaptığını
bilmeyenlerin varlığına da inanırım ama maalesef. “Karma” güzel bir sözcüktür.
Dizi ve filmlerden öğrendiğim birçok güzel sözcük var.
Dünya bir oyun alanıdır bence; homo ludens de
oradan geliyor zaten. Birilerinin okulda kendini yırtıp yıllarını ders
çalışmakla harcaması, “teacher’s pet” olaylarına girmesi oyundur. Ülkelerin
birbirleriyle savaşması oyundur. Eve giderken tatlı alıp ailemize götürmemiz
oyundur; birine ‘karşılıksız’ yardım etmemiz oyundur. Bunların hepsi egomuzun
oyunudur hem de. Kökeninde egoizm yatmayan bir davranış yoktur; oyun kazanılsın
ya da kaybedilsin, hepsinde hedef noktası aynıdır. Evet evet, dünya bir oyun
alanıdır.
En sevdiğim kitap, en sevdiğim film, en
sevdiğim müzik türü, en sevdiğim renk… Bunları tek tek saymaya gerek
duymuyorum; bunlar beni tanımlamaz bence. Aksine karakterim bunları tanımlar.
Zaten herkes için farklı değildir ki bunlar, 3-5 tane ‘grup’ vardır burada da. Köpek
insanıyımdır, kedilerden pek hazzetmem. Ne bileyim, fazla sırnaşık gelirler
bana. Sırnaşıklıktan da hiç hazzetmem mesela. Hep bir köpeğim olsun
istemişimdir. Hiç olmadı ama; bahçeli bir evimiz olsaydı belki…
Kaygılarım vardır; ülkemle ilgili,
eğitimle ilgili, insanların tutumuyla ilgili… Belki de yalnızca şu bahsettiğim
“politikayla ilgili atıp tutanlar”a dâhilimdir, bilmiyorum, zaman gösterecek
sanırım bunu. Bunun dışında, İngilizce sınavıyla ilgili falan kaygı duymam
mesela. Dedim ya, çok daha önemli şeyler var hayatta endişelenmek için.
Endişe falan dediğime bakmayın, mutluyumdur
hayatımdan. Sürekli hayatın tadını çıkarmaya çalışırım, çıkarırım da bence.
Sahip olduğum her şey için çok şanslıyım diyebilirim. “Oyun insanı”yım ben,
hayatta her şeyi oyuna dönüştürüp, kazanmaktan zevk, kaybetmekten de ders
almaya bakarım.
Size tavsiyem, siz de zevk almaya bakın
hayattan. Hayatın ta kendisi olan “oyun” sözcüğünün temel anlamında “eğlence”
kavramının geçmesi bir tesadüf olmasa gerek…
Farklı
Korkutucu değil
ama farklı...
Bir hayat biter, diğeri başlar.
Gülümsersin arkana baktığında,
İnsanları görürsün gözlerinin içine bakan,
Yeni hayatın bir kenarında hep var olacak insanları
Veya daha güzeli, merkezinde.
Önüne bakarsın sonra, bulanık.
İnsan silüetleri var ama sadece silüet,
Yine geriye bakarsın sonra ve güç alırsın oradan
Önünde bir yol açılmaya başlar sonra
Gittikçe berraklaşan ve yeni silüetlerle dolan.
Eskisinin bitmesine üzülürken yenisine sevinirsin bir yandan
Oyuncağı kırıldı diye ağlayıp
Eline yenisini verince susan çocuklar gibi biraz
Yenisine bağlanırlar ya sonra, ama eskisini hiç unutmamalı.
Eski güzeldir, eski olmasa yeni olmazdı çünkü.
Yıllar geçer ve yeni hayatlar son bulur
Tekrar ve tekrar, farklı farklı hayatları olur insanın
Sonra film şeridi geçecek ya gözden,
Farklı farklı filmler geçer bir sürü, başrol hep aynı.
Kalabalık kadrolar dilemeli insan filmlerine ve bol kahkahalı sahneler.
Ve farklı farklı sahneler...
Korkutucu değil
ama farklı...
ama farklı...
Bir hayat biter, diğeri başlar.
Gülümsersin arkana baktığında,
İnsanları görürsün gözlerinin içine bakan,
Yeni hayatın bir kenarında hep var olacak insanları
Veya daha güzeli, merkezinde.
Önüne bakarsın sonra, bulanık.
İnsan silüetleri var ama sadece silüet,
Yine geriye bakarsın sonra ve güç alırsın oradan
Önünde bir yol açılmaya başlar sonra
Gittikçe berraklaşan ve yeni silüetlerle dolan.
Eskisinin bitmesine üzülürken yenisine sevinirsin bir yandan
Oyuncağı kırıldı diye ağlayıp
Eline yenisini verince susan çocuklar gibi biraz
Yenisine bağlanırlar ya sonra, ama eskisini hiç unutmamalı.
Eski güzeldir, eski olmasa yeni olmazdı çünkü.
Yıllar geçer ve yeni hayatlar son bulur
Tekrar ve tekrar, farklı farklı hayatları olur insanın
Sonra film şeridi geçecek ya gözden,
Farklı farklı filmler geçer bir sürü, başrol hep aynı.
Kalabalık kadrolar dilemeli insan filmlerine ve bol kahkahalı sahneler.
Ve farklı farklı sahneler...
Korkutucu değil
ama farklı...
7 Ağustos 2012 Salı
White Collar (2009)
Ne izlersem izleyeyim, ne okursam okuyayım ilk yargıladığım şey karakterler olur. Bir hikayeyi oluşturan şey karakterlerdir çünkü; yapıtları farklı olaylar gözlemlemek için değil, kendimizi farklı insanların yerine koymak için okuruz veya izleriz. Bir dizinin de tüm yapısını karakterler kurar; kurgu kötüyse de zeki insanların davranışlarını inceleriz, görüntüler başarısızsa da bilge insanları dinleriz.
Kurgusunu veya görüntülerini yermek için söylemedim bunları ama White Collar, izleyicisini tam da karakterleriyle etkileyen bir dizi.
Kurgusunu veya görüntülerini yermek için söylemedim bunları ama White Collar, izleyicisini tam da karakterleriyle etkileyen bir dizi.
Kendimi kaptırıp da muhteşem Neal ve Peter ikilisine övgüler düzmeden önce dizinin konusundan bahsedeyim. White Collar polisiye bir dizi ve FBI’da daha çok kaçakçı ve sahtecileri kovalayan “White Collar” bölümünün vakalarını izliyoruz dizi boyunca. Peter Burke, bölümün başındaki zeki mi zeki, sevecen mi sevecen, asla yanlış bir şey yaparken göremeyeceğiniz adamımız. Bir de, Peter’ın zamanında içeri tıktığı, usta bir sahteci ve yine zeki mi zeki bir genç olan Neal Caffrey var. Dizinin ilk bölümünde yaşananlardan sonra (Bu kadar spoiler kadı kızında da olur.), Neal hapishaneden anlaşmalı olarak ayrılarak Peter’la birlikte White Collar bölümünde çalışmaya başlıyor. Buradan sonra da, ikili arasında gelişen dostluğu ve ustaca çözdükleri vakaları izliyoruz.
White Collar’ın öyle çok da vurucu bir yanı yok aslında. “Ben efsane bir dizi olacağım.” güdüsüyle hareket etmiyor, içinde bir Lost kurgusu veya House ağırlığı da yok. Kendi halinde mutlu olan, yalnızca yarattığı karakterlerin yaşamlarıyla ve bu karakterlerinin birbirlerinin yaşamlarına getirdiği dengeyle ilgilenen bir dizi White Collar.
Neal Caffrey, Peter Burke, Elizabeth Burke ve Mozzie… Karakterlerin dördü de hayranlık uyandırıcı ve bu dördünün hikâyede kurduğu denge gerçekten çok başarılı. Birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak, içlerinden biri düştüğünde tutacak nitelikteler ve bu, diziyi hayli dengeli ve keyifli kılıyor. Evet, bazen “Bir ilişki bu kadar da harika gidemez.” diyerek Peter-Elizabeth ikilisinin gerçekliğine inancınızı kaybediyorsunuz, ama öte yandan onları izlemek müthiş bir keyif olmaya devam ediyor (Bu arada böyle harika bir çiftin çocuğu nasıl olmaz ya?! Nasıl?!) Mozzie gibi bir kaçakçının varlığı, dünyadaki kaçakçılara sempati duymanıza kadar götürüyor işi ve dizinin gerçekçiliğini bir kez daha sorguluyorsunuz belki. Ama ne olursa olsun Elizabeth’in Peter’ı çok sevdiğini ve bırakmayacağını bilmek, Neal’ın ne zaman yardıma ihtiyacı olsa Mozzie’nin durumu toparlayacağından emin olmak diziye çok anlam katıyor bence. İzleyicisini mutlu ediyor her şeyden önce.
Diziyi diğerlerinden ayıran önemli özelliklerden biri, iki ayrı diziyi başkarakter olarak götürebilecek iki adama bir arada ve kendilerine has bir uyum içinde sahip olması. Bu iki birbirinden farklı görünen karakterin dostluğu dizi için çok önemli bir yapıtaşı. House’ta House’un duygularını açığa çıkarması; Monk’ta Monk’un takıntılarını unutması gibi özel anlar var ya, burada da o özel anlar Peter ve Neal’ın birbirleriyle ilgili düşüncelerini, birbirlerine olan saygıyı dile getirdikleri; gerçekten dost olduklarını hissettirdikleri anlar.
Dizinin anlatacak şeyi çok aslında. Aralara kattığı Kate veya Peter-Elizabeth yan hikâyeleriyle, ara ara diziye dâhil olan ve diziye sürekli bir hikâye sağlayan karakterlerle ve Mozzie’yle tüm sıkıcılığından arınıyor mesela dizi. (Evet, bunlar olmasa sıkıcı olurdu demeye çalışıyorum.) Hem Mozzie olmazsa olmaz, harikadır Mozzie.
Sonuç olarak, “Ben kurgu adamıyım.” diyenleri çok da açmayacak bir dizi White Collar. “Efsane dizi değilse vakit harcayamam.” diyenler de bulaşmazsa anlarım. Ama New York’tan efsane kareler ve iki tane adam gibi adam için bir şans verebilir henüz izlemeyenler.
Her ne olursa olsun, White Collar, daha izlediğim ilk bölümünde bana “Ben bu diziyi neden daha önce izlemedim ki?” dedirtti ve bence bu yeterli.
Gölge
The King's Speech (2010)
Bazı filmler vardır, hızlı bir tempoya sahip olmaları gerekmez, veya karmaşık bir aksiyona. Tempo ağır olduğu için film saatler sürüyor gibi gelir belki ama hiç şikayet etmezsiniz, her saniyesinden zevk alırsınız çünkü izlerken. Oyuncuların ağzının içine bakarsınız, mimiklerini sindirmeye çalışırsınız. Film bittiğindeyse, son zamanlardaki en dolu iki saatinizi geçirdiğinizi hissedersiniz. İşte tam da böyle bir film The King’s Speech.
Yaşanmış bir olayı kendine konu edinmiş filmimiz. Kraliçe II. Elizabeth’in babası, VI. George ‘Bertie’nin (Colin Firth) İngiltere kralı oluşunu anlatıyor. Zaman, radyonun iyice popülerleştiği, kralların radyo üzerinden halkına seslendiği zamanlar… İşte tam da bu dönemde radyolarda konuşma yapma sırası Bertie George’a geliyor, ancak bir sorun var; Bertie kekeme ve ileri derecede konuşma güçlüğü çekiyor. Karısının da (Helena Bonham Carter) yardımıyla yeni bir konuşma terapisti bulan Bertie’nin, bu yeni terapisti Lionel Logue (Geoffrey Rush) ile arkadaş olma ve onun yardımıyla kendine güvenini ve sesini geri kazanma çabalarını izliyoruz film boyunca.
Helena Bonham Carter’ı fazla övmeyeceğim filmi eleştirirken veya o yılların atmosferinin çok iyi yaratıldığını söylemeyeceğim. Zira filmin sayfalarca övülebilecek, bunlardan çok daha fazla öne çıkan bir yanı var; Colin Firth’ün ve Geoffrey Rush’ın performansları. Filmi izlerken Colin Firth’ten gözünüzü almanız tam anlamıyla imkansız. Bertie halkına hitap edemediğinde üzüntüsünü öyle bir yansıtıyor ki Firth, veya sinirlenip kekemeliğini unuttuğunda öyle bir kendinden geçiyor ki, “işte Kral VI. George bu” diyorsunuz, “Colin Firth’ten başkası değil”. Kralın bir anlığına kendine güveni geldiğinde siz de bir toparlanıyorsunuz yerinizde ve de Bertie Hitler’i izlerken onun hitabet yeteneğine nasıl da imrendiğini gözlerinde görüyorsunuz Firth’ün. Keza Logue ile kralın beraber olduğu sahnelerde oyuncuların performansına hayran kalmamak elde değil. Logue’un samimiyetini çok iyi yansıtmış Geoffrey Rush, Colin Firth ile de çok iyi bir ikili olmuşlar.
Başlangıçta dediğim gibi, filmin temposu biraz ağır. Bu nedenle genellikle büyük yaş gruplarına hitap ettiği eleştirilerini de aldı zaten, ama ben böyle başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip bu filmin, herhangi bir yaş grubundan insanı ekrana bağlamakta zorluk yaşayacağını düşünmüyorum.
Aslına bakarsanız filmi izlerken, temposu Türk sinemasını hatırlattı bana. Uzun uzun, bakışmalarla geçen sahneler, Bertie’nin konuşamayışını izleyişimiz, dakikaların bir türlü geçemeyişi… Ama bir yandan da, en iyi filmler listesine baktığımızda görüyoruz ki, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi gibi klasikleri saymazsak, en iyilerin içinde hatırı sayılır miktarda bu tarz film var. Bu arada 2010 yapımı filmimiz de IMDB’nin “en iyi 250 film” listesinde 151. sırada. Ayrıca film; en iyi film, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen ödülleriyle 2011 Oscar'larına damgasını vurdu.
The King’s Speech, uzun zamandır izlediğim filmler arasında bana ilk kez “ben bu filmi bir daha izlerim” dedirten film –bu yazıyı yazmadan önce açıp Firth’ün şov yaptığı yerlere tekrar bir göz attım zaten-. Uzun lafın kısası, canınız illa aksiyon dolu Hollywood filmleri çekmiyorsa, The King’s Speech’e bayılacaksınız, hem Firth ve Rush’ın performanslarını kaçırmak büyük hata olur.
İyi seyirler…
Gölge
6 Ağustos 2012 Pazartesi
Sanat, Eğitim ve Daha Bir Sürü Zırva
“Tiyatrocu olup da ne yapacaksın?” derler ergenlik çağında hayatının amacını aramakla uğraşan çocukların hayatlarını kendi yollarından çizmek için. “Sinema mı?! Biz bunca yıl senin için boşuna mı çabaladık?” veya “Bir şeyler yazıp çizmekle karın mı doyarmış yavrum?”… Bu lafları zamanında, en başında, ortaya kim attıysa; düşünmeden konuşan, empati kurmaya çalışmayan ve belki de söylediğinin doğruluk payı olup olmadığını bir an bile düşünmemiş büyüklerin oyalanması için bir şeyler yaratmaya çalışmış adeta. Ben eminim ki bunları söyleyen ebeveynlerin çoğunun karşısına oturulup da neden böyle düşündükleri sorgulandığında bu görüşlerinden vazgeçmeleri 5 dakikadan fazla sürmez. Ama hayır, sorgulamak yok, çünkü onun oğlu şiir yazamaz. Şiir de neymiş, onun oğlu büyüyüp de doktor olacak; ona kim bakacak yoksa?
Olayı “Ebeveynler çocuklarının geleceklerini çizmemeli.”ye getirmeyeceğim, o bambaşka bir boyut. Ben sadece bu sanat karşıtı ve hiçbir temeli olmayan fikrin nereden doğmuş olabileceğini irdeliyorum. Aklıma ilk gelen kaynak televizyon oluyor. Zaten halkta var olan fikri mi yansıtıyorlar, yoksa böyle bir senaryo yarattılar ve halkı etkilediğini görünce üstüne mi gittiler bilmiyorum; ama iki durumda da televizyonların bu konuda bu fikri güçlendirmekten başka bir işe yaramadıkları kesin. Neredeyse iki diziden, filmden birinde geleceğini çizmekle meşgul, sanata düşkün bir genç ve başında neyi yapmaması gerektiğini dikte ettiren ve sanattan ona ekmek çıkmayacağını, “konu komşuya rezil olacaklarını” söyleyen “büyükler”… Görece çağdaş diğer ülkelerde böyle bir fikrin yaygın olup olmadığını bilmiyorum. Ama şayet dizi ve filmlerin toplumun kültürünü ve ananelerini yansıttığını kabul ediyorsak, yabancı dizi ve filmlerde gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki, o çağdaş ülkelerde sanat “geçici bir heves” olmaktan hayli uzak.
Birileri kafasına geleni söylediği, düşünmeden konuşup topluma temelsiz fikirler empoze ettiği için de tiyatrolarımız kapatılmasın diye çırpınmak zorunda kalıyoruz. Tiyatroların kapatılması NE DEMEK YAHU?! Var olması; özgür olması; halka, sanatçıya ait olması tamamen doğal olan tiyatro için çırpınmak zorunda kalmamız kadar saçma bir şey var mı? Diğer yanda ülkemize gururdan daha kötü bir şey getirmemiş olan piyanistimize davalar açıyoruz. Heykeller yıkıyoruz, sanatçıları görmezden geliyoruz. Çünkü sanatsız kalacak milletimizin, hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını anlayanların sayısı çok az ve git gide azalıyor. Çünkü sanata değer vermiyoruz. Çünkü insanlara değer vermiyoruz.
Televizyonların benzer bir şekilde yarattığı, zararları düşünülmeden öylesine kurulmuş diğer bir cümle de eğitimle ilgili. Bir Türk dizisi veya filmi için hayli klişedir: Lise / üniversite çağındaki kız aşık olur, ailesinden gizler. Sevgilisiyle ilişkisi yüzünden okulundan git gide uzaklaşır, kopacak noktaya gelir. Aile bu durumu öğrenir, kıza demediğini bırakmaz. Buraya kadar tamam. Benim sorunum, ailenin bu durumda kıza kurduğu “Biz seni boşuna mı okuttuk?” cümlesiyle. Anladığım kadarıyla sevgili senaristler televizyonun halkı ne kadar etkilediğini, bu bir cümledeki bir fikir yüzünden doğuda kaç tane ailenin kızını okula göndermekten vazgeçeceğini anlamıyor. Salt senaryoyu yoğunlaştırmak, sahnenin gerginliğini artırmak adına insanların kişisel tercihleriyle yol açtıkları olumsuzluklar eğitim-öğretimin, okulların üstüne yıkılıyor.
Aman neyse, boş verin sanatı, eğitimi falan. Önemli olan 3 çocuk ve dindar bir nesil. Buna odaklanalım şimdilik.
Olayı “Ebeveynler çocuklarının geleceklerini çizmemeli.”ye getirmeyeceğim, o bambaşka bir boyut. Ben sadece bu sanat karşıtı ve hiçbir temeli olmayan fikrin nereden doğmuş olabileceğini irdeliyorum. Aklıma ilk gelen kaynak televizyon oluyor. Zaten halkta var olan fikri mi yansıtıyorlar, yoksa böyle bir senaryo yarattılar ve halkı etkilediğini görünce üstüne mi gittiler bilmiyorum; ama iki durumda da televizyonların bu konuda bu fikri güçlendirmekten başka bir işe yaramadıkları kesin. Neredeyse iki diziden, filmden birinde geleceğini çizmekle meşgul, sanata düşkün bir genç ve başında neyi yapmaması gerektiğini dikte ettiren ve sanattan ona ekmek çıkmayacağını, “konu komşuya rezil olacaklarını” söyleyen “büyükler”… Görece çağdaş diğer ülkelerde böyle bir fikrin yaygın olup olmadığını bilmiyorum. Ama şayet dizi ve filmlerin toplumun kültürünü ve ananelerini yansıttığını kabul ediyorsak, yabancı dizi ve filmlerde gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki, o çağdaş ülkelerde sanat “geçici bir heves” olmaktan hayli uzak.
Birileri kafasına geleni söylediği, düşünmeden konuşup topluma temelsiz fikirler empoze ettiği için de tiyatrolarımız kapatılmasın diye çırpınmak zorunda kalıyoruz. Tiyatroların kapatılması NE DEMEK YAHU?! Var olması; özgür olması; halka, sanatçıya ait olması tamamen doğal olan tiyatro için çırpınmak zorunda kalmamız kadar saçma bir şey var mı? Diğer yanda ülkemize gururdan daha kötü bir şey getirmemiş olan piyanistimize davalar açıyoruz. Heykeller yıkıyoruz, sanatçıları görmezden geliyoruz. Çünkü sanatsız kalacak milletimizin, hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını anlayanların sayısı çok az ve git gide azalıyor. Çünkü sanata değer vermiyoruz. Çünkü insanlara değer vermiyoruz.
Televizyonların benzer bir şekilde yarattığı, zararları düşünülmeden öylesine kurulmuş diğer bir cümle de eğitimle ilgili. Bir Türk dizisi veya filmi için hayli klişedir: Lise / üniversite çağındaki kız aşık olur, ailesinden gizler. Sevgilisiyle ilişkisi yüzünden okulundan git gide uzaklaşır, kopacak noktaya gelir. Aile bu durumu öğrenir, kıza demediğini bırakmaz. Buraya kadar tamam. Benim sorunum, ailenin bu durumda kıza kurduğu “Biz seni boşuna mı okuttuk?” cümlesiyle. Anladığım kadarıyla sevgili senaristler televizyonun halkı ne kadar etkilediğini, bu bir cümledeki bir fikir yüzünden doğuda kaç tane ailenin kızını okula göndermekten vazgeçeceğini anlamıyor. Salt senaryoyu yoğunlaştırmak, sahnenin gerginliğini artırmak adına insanların kişisel tercihleriyle yol açtıkları olumsuzluklar eğitim-öğretimin, okulların üstüne yıkılıyor.
Aman neyse, boş verin sanatı, eğitimi falan. Önemli olan 3 çocuk ve dindar bir nesil. Buna odaklanalım şimdilik.
Tv Seyircisi vs Dizi Seyircisi
Hayatımda “Ezel”den daha iyi bir Türk dizisi izlemedim. Ama televizyon için doğru dizi formatı “Ezel” değildir bence. “Lost” da değildir, “Prison Break” de değildir. Televizyonda asıl tutacak dizi formatı “Öyle Bir Geçer Zaman ki”dir, “House”tur, “CSI”dır.
Amerikan dizilerinin çoğunda gördüğümüz bir durum var; diziler kurgu üzerine kurulu, her şey birbiriyle öyle bağlantılı ki seyirci zekasını zorlarken diziye hayran kalmaktan kendini alamıyor. Olaylar hızlı ilerliyor, arada bir şeyi kaçırırsanız tüm dizinin sizin için anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek. Bunlar, dizileri vakti olduğunda bilgisayardan bölüm bölüm izleyen seyirci kitlesi göz önüne alındığında büyük avantajlar, dizi mükemmel bir hâl alıyor çünkü kurgu ve senaryo ön plana çıktığında. Ama gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da televizyon izleyen ortalama kitle zap yapan, eğer o akşam komşuda/partide değilse çekirdeğini/patlamış mısırını alıp televizyon karşısına kurulan ve önüne gelen en güzel şeyi izleyen bir kitle. Bu da dizilerin karmaşık bir yapıda olmasını, süreksiz seyircilerin diziye bağlanması açısından bir dezavantaj haline getiriyor.
Aşk-ı Memnu’nun finalini herkes izler, herkes üzerine bir şeyler söyler. Ama Ezel’in finalini ancak diziyi takip edenler izler, bilir, ondan keyif alır. Lost’un finalinin içine sinmediğini ancak dizinin 6 sezonunu eksiksiz izlemiş olanlar söyleyebilir. Bunu da televizyondan, hafta hafta yapmak imkansızdır herhalde. Bu sebepledir ki çok insan televizyonda Ezel’in, EZEL’in finali varken Survivor’da Nihat Doğan’ı izler. Bu sebepledir ki sabahları okulda Flashforward’ın veya Heroes’un veya Ezel’in bir önceki bölümünü 3 kişi konuşurken, Aşk-ı Memnu’nun veya Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin veya Yemekteyiz’in önceki bölümünü 30 kişi konuşur. Bu durum iyi veya kötü olduğu için değil, televizyon seyircisi bunu kaldırdığı için. Bu yüzden televizyon seyircisini ve ‘yabancı dizi seyircisi’ni birbirinden ayrı tutuyoruz (tırnak içindeki kitleye Ezel ve Behzat Ç. izleyicileri de dahil diye düşünüyorum).
Her bölüm farklı bir konuyu ele alan -her bölüm farklı bir cinayet/tıbbi vaka vs. çözen- veya kurgusu karmaşık olmadığından bir bölümü anlamak için bir öncekini seyretmenin gerek olmadığı televizyon programlarının daha fazla reyting alması işten bile değil bu durumda. Amerikan televizyonunun da o tarafa kaydığını görüyoruz sanki yavaştan. Eskiden nasıldı pek bilmiyorum gerçi ama, şimdi ne tarafa dönsek her bölümünde farklı bir vakayı işleyen bir dizi: House, Mentalist, Supernatural, CSI’lar, White Collar, NCIS ve adı yurt dışına taşmamış ama reytingleri iç açıcı olan daha onlarcası…
Televizyonlar kaka, Survivor izlemeyin dediğimden değil, yanlış anlamayın. Öyle Bir Geçer Zaman ki ikinci en sevdiğim Türk dizisidir, işim olmadığı salı akşamlarında izlemeyi çok severim. Ama bir hafta kaçırdım diye açıp da bilgisayardan izlemem mesela, zaman kaybı gibi gelir. Bazı dizileri kaçıramazsın, ama onu kaçırabilirsin.
Sonra Heroes, Flashforward falan neden iptal ediliyor diye sormayın. Böyle.
Amerikan dizilerinin çoğunda gördüğümüz bir durum var; diziler kurgu üzerine kurulu, her şey birbiriyle öyle bağlantılı ki seyirci zekasını zorlarken diziye hayran kalmaktan kendini alamıyor. Olaylar hızlı ilerliyor, arada bir şeyi kaçırırsanız tüm dizinin sizin için anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek. Bunlar, dizileri vakti olduğunda bilgisayardan bölüm bölüm izleyen seyirci kitlesi göz önüne alındığında büyük avantajlar, dizi mükemmel bir hâl alıyor çünkü kurgu ve senaryo ön plana çıktığında. Ama gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da televizyon izleyen ortalama kitle zap yapan, eğer o akşam komşuda/partide değilse çekirdeğini/patlamış mısırını alıp televizyon karşısına kurulan ve önüne gelen en güzel şeyi izleyen bir kitle. Bu da dizilerin karmaşık bir yapıda olmasını, süreksiz seyircilerin diziye bağlanması açısından bir dezavantaj haline getiriyor.
Aşk-ı Memnu’nun finalini herkes izler, herkes üzerine bir şeyler söyler. Ama Ezel’in finalini ancak diziyi takip edenler izler, bilir, ondan keyif alır. Lost’un finalinin içine sinmediğini ancak dizinin 6 sezonunu eksiksiz izlemiş olanlar söyleyebilir. Bunu da televizyondan, hafta hafta yapmak imkansızdır herhalde. Bu sebepledir ki çok insan televizyonda Ezel’in, EZEL’in finali varken Survivor’da Nihat Doğan’ı izler. Bu sebepledir ki sabahları okulda Flashforward’ın veya Heroes’un veya Ezel’in bir önceki bölümünü 3 kişi konuşurken, Aşk-ı Memnu’nun veya Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin veya Yemekteyiz’in önceki bölümünü 30 kişi konuşur. Bu durum iyi veya kötü olduğu için değil, televizyon seyircisi bunu kaldırdığı için. Bu yüzden televizyon seyircisini ve ‘yabancı dizi seyircisi’ni birbirinden ayrı tutuyoruz (tırnak içindeki kitleye Ezel ve Behzat Ç. izleyicileri de dahil diye düşünüyorum).
Her bölüm farklı bir konuyu ele alan -her bölüm farklı bir cinayet/tıbbi vaka vs. çözen- veya kurgusu karmaşık olmadığından bir bölümü anlamak için bir öncekini seyretmenin gerek olmadığı televizyon programlarının daha fazla reyting alması işten bile değil bu durumda. Amerikan televizyonunun da o tarafa kaydığını görüyoruz sanki yavaştan. Eskiden nasıldı pek bilmiyorum gerçi ama, şimdi ne tarafa dönsek her bölümünde farklı bir vakayı işleyen bir dizi: House, Mentalist, Supernatural, CSI’lar, White Collar, NCIS ve adı yurt dışına taşmamış ama reytingleri iç açıcı olan daha onlarcası…
Televizyonlar kaka, Survivor izlemeyin dediğimden değil, yanlış anlamayın. Öyle Bir Geçer Zaman ki ikinci en sevdiğim Türk dizisidir, işim olmadığı salı akşamlarında izlemeyi çok severim. Ama bir hafta kaçırdım diye açıp da bilgisayardan izlemem mesela, zaman kaybı gibi gelir. Bazı dizileri kaçıramazsın, ama onu kaçırabilirsin.
Sonra Heroes, Flashforward falan neden iptal ediliyor diye sormayın. Böyle.
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Aslında yazıma “Bugün size bir başyapıttan bahsedeceğim.” diye girmeyi dilerdim, ama daha önce başka bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlemediğimi belirtmek durumundayım. Dolayısıyla yazım boyunca “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı diğer NBC filmleriyle karşılaştırma fırsatı bulamayacağım. Öte yandan BZA’nın hiçbir zaman yeteri kadar engin olamayacak sinema kültürüme yepyeni bir boyut kazandırdığını ve bana bildiğim “film” kavramını unutturduğunu söylemem yanlış olmaz.
Sanki yıllarca insanları gözlemlemekten başka hiçbir şey yapmamış Nuri Bilge Ceylan, yalnız oradan oraya dolaşıp insanların dertlerini dinlemiş, bakışlarını incelemiş, salt zevk almak için hayatın ayrıntılarını ortaya dökmeye koyulmuş. Ya durum böyle, ya da Yılmaz Erdoğan gerçekten bir komiser, Muhammet Uzuner gerçekten taşrada çalışan bir doktor, Taner Birsel gerçekten muazzam bir hikayeyi soğukkanlılığını bozmadan gözleriyle anlatan bir savcı ve kendileri bugüne kadar televizyonda, tiyatrolarda ve sinemalarda karşımıza çıkarak bizi kandırmakla meşguldüler.
“Filmimizde olay örgüsü önemli değil.” dememin filmi henüz izlememiş olanları ürküteceğini bildiğimden filmin konusuna değineyim biraz. “Katil kim?” sorusunun cevabını başından veren bir polisiye filmi diyebiliriz BZA’ya. Film boyunca bir komiser (Yılmaz Erdoğan), bir doktor (Muhammet Uzuner), bir savcı (Taner Birsel), şoför (Ahmet Mümtaz Taylan) ve katilimiz (Fırat Tanış) önderliğinde geniş bir ekibin maktulün cesedini aramasını izliyor ve bu sırada karakterlerimizin iç dünyalarını çaresizce anlamaya çalışıyoruz. Hatta karakterlerin iç dünyalarını anlamaya o kadar odaklanıyoruz ki, ben film sırasında birkaç kez kendimi diyalogları dinlemeyi bırakmış karakterin gözlerinden bir hikâye çıkarmaya çalışırken buldum. Nuri Bilge Ceylan da bunu sağlamaya çalışmış olacak ki, karakterlerin iç dünyası hakkında olay örgüsü dahilinde verdikleri yok denecek kadar az. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir kitapta, izlediğim hiçbir dizi veya filmde gözlemci bakış açısının bu denli iyi kullanıldığını görmemiştim. Her eserde bir havada kalmışlık vardı, sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum, o dünyada olanlar bizim dünyamızda olamazdı. Oysa Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Filmde oyuncuların performansı gerçekten göz dolduruyor. Zaten hepsinin hayatından yeni bir film çıkabilirmiş gibi lanse edilen karakterler, oyuncuların başarısıyla daha da derinlik kazanmış. Oyuncuların tamamı karakterinin yaşı kadar onunla yaşamış gibi ve buna muhtarın 20 yaşındaki kızından 60 yaşındaki kendisine kadar herkes dahil. Belirtmeden geçmek olmaz, Ercan Kesal da muhtar rolüyle ayakta alkışlanmayı hak edecek bir performans sergilemiş.
Karakter-tip farkını da farkında olmadan göz önüne getiriyor BZA. Mesela Murat Kılıç’a da ekranda bolca rastlıyoruz ama oynadığı kişi hiç de ön plana çıkmıyor, çünkü ön plana çıkanların hepsi söyleyecek bir sözü olan, yaşadıklarını bilmeseniz bile bir şeyler yaşadığı gözlerinden anlaşılan karakterler. Hayatla bir alıp veremediği olmayanlar tip olarak kalmaya mahkumdur diye düşünmeden edemiyor insan bu durumda.
Bir Zamanlar Anadolu’da görsel anlamda da çok kaliteli bir yapıt. Nuri Bilge Ceylan’ın yakaladığı kareler, kullandığı açılar ve ifade edemeyeceğim daha bir çok sinema terimi izleyene filmdeki görüntülerin hiçbir şekilde daha iyi olamayacağını düşündürüyor. BZA salt usta yönetmenin yakaladığı karelere hayran kalmak için bile izlenir.
Nuri Bilge Ceylan filmin olağanüstü seviyedeki olağanlığından hiçbir şekilde ödün vermezken, yer yer aslında hayatımızda var olan ama bu şekilde göz önüne getirildiğinde çok garipsediğimiz bazı gerçekleri de ortaya döküyor. Mesela bir otopsi sahnesi var ki, “Dünya gerçekten de böyle bir yer, insanlar gerçekten de bu kadar kendi dünyalarında.” fikrini eminim her izleyicinin aklına sokmayı başarıyor.
Bir Zamanlar Anadolu’da herhangi bir film değil, hayatın kendisi, kendimiz dışındaki insanları birebir gözlemleme fırsatı, ama kendimiz de aynı zamanda. Nuri Bilge Ceylan’ın yaratıcılığıyla tanışmadan “Film izliyorum ben.” demem çok yanlışmış, bunu öğretti bana Bir Zamanlar Anadolu’da.
140 dakikanın bir filme az gelebileceğini hiç düşünmezdim, gelebiliyormuş demek ki.
Filmi izlemiş olanlara:
Google’a Clarke Gable yazdım, gerçekten de Taner Birsel benziyormuş ona. Filmin gülümseten sahnelerindendi… :)
Burası da spoiler’lı son:
İzlemiş olanlarla filmin sonunu seve seve tartışabiliriz, zira Nolan’ın Memento‘sundaki boyutta bir dumurla karşı karşıya kaldım ben film bittiğinde. Doktorun Kenan’ı kayırmaktaki amacı neydi? Doktorla maktulün karısı arasındaki bakışmalara bir anlam yüklemeli miyiz? Yönetmen Semir Aslanyürek konuyla ilgili “Burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir.” gibi bir çıkarım yapmış, iyi de yapmış.
Aslında yazıma “Bugün size bir başyapıttan bahsedeceğim.” diye girmeyi dilerdim, ama daha önce başka bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlemediğimi belirtmek durumundayım. Dolayısıyla yazım boyunca “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı diğer NBC filmleriyle karşılaştırma fırsatı bulamayacağım. Öte yandan BZA’nın hiçbir zaman yeteri kadar engin olamayacak sinema kültürüme yepyeni bir boyut kazandırdığını ve bana bildiğim “film” kavramını unutturduğunu söylemem yanlış olmaz.
Sanki yıllarca insanları gözlemlemekten başka hiçbir şey yapmamış Nuri Bilge Ceylan, yalnız oradan oraya dolaşıp insanların dertlerini dinlemiş, bakışlarını incelemiş, salt zevk almak için hayatın ayrıntılarını ortaya dökmeye koyulmuş. Ya durum böyle, ya da Yılmaz Erdoğan gerçekten bir komiser, Muhammet Uzuner gerçekten taşrada çalışan bir doktor, Taner Birsel gerçekten muazzam bir hikayeyi soğukkanlılığını bozmadan gözleriyle anlatan bir savcı ve kendileri bugüne kadar televizyonda, tiyatrolarda ve sinemalarda karşımıza çıkarak bizi kandırmakla meşguldüler.
“Filmimizde olay örgüsü önemli değil.” dememin filmi henüz izlememiş olanları ürküteceğini bildiğimden filmin konusuna değineyim biraz. “Katil kim?” sorusunun cevabını başından veren bir polisiye filmi diyebiliriz BZA’ya. Film boyunca bir komiser (Yılmaz Erdoğan), bir doktor (Muhammet Uzuner), bir savcı (Taner Birsel), şoför (Ahmet Mümtaz Taylan) ve katilimiz (Fırat Tanış) önderliğinde geniş bir ekibin maktulün cesedini aramasını izliyor ve bu sırada karakterlerimizin iç dünyalarını çaresizce anlamaya çalışıyoruz. Hatta karakterlerin iç dünyalarını anlamaya o kadar odaklanıyoruz ki, ben film sırasında birkaç kez kendimi diyalogları dinlemeyi bırakmış karakterin gözlerinden bir hikâye çıkarmaya çalışırken buldum. Nuri Bilge Ceylan da bunu sağlamaya çalışmış olacak ki, karakterlerin iç dünyası hakkında olay örgüsü dahilinde verdikleri yok denecek kadar az. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir kitapta, izlediğim hiçbir dizi veya filmde gözlemci bakış açısının bu denli iyi kullanıldığını görmemiştim. Her eserde bir havada kalmışlık vardı, sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum, o dünyada olanlar bizim dünyamızda olamazdı. Oysa Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklikten bile daha gerçek, daha içimizden.
Filmde oyuncuların performansı gerçekten göz dolduruyor. Zaten hepsinin hayatından yeni bir film çıkabilirmiş gibi lanse edilen karakterler, oyuncuların başarısıyla daha da derinlik kazanmış. Oyuncuların tamamı karakterinin yaşı kadar onunla yaşamış gibi ve buna muhtarın 20 yaşındaki kızından 60 yaşındaki kendisine kadar herkes dahil. Belirtmeden geçmek olmaz, Ercan Kesal da muhtar rolüyle ayakta alkışlanmayı hak edecek bir performans sergilemiş.
Karakter-tip farkını da farkında olmadan göz önüne getiriyor BZA. Mesela Murat Kılıç’a da ekranda bolca rastlıyoruz ama oynadığı kişi hiç de ön plana çıkmıyor, çünkü ön plana çıkanların hepsi söyleyecek bir sözü olan, yaşadıklarını bilmeseniz bile bir şeyler yaşadığı gözlerinden anlaşılan karakterler. Hayatla bir alıp veremediği olmayanlar tip olarak kalmaya mahkumdur diye düşünmeden edemiyor insan bu durumda.
Bir Zamanlar Anadolu’da görsel anlamda da çok kaliteli bir yapıt. Nuri Bilge Ceylan’ın yakaladığı kareler, kullandığı açılar ve ifade edemeyeceğim daha bir çok sinema terimi izleyene filmdeki görüntülerin hiçbir şekilde daha iyi olamayacağını düşündürüyor. BZA salt usta yönetmenin yakaladığı karelere hayran kalmak için bile izlenir.
Nuri Bilge Ceylan filmin olağanüstü seviyedeki olağanlığından hiçbir şekilde ödün vermezken, yer yer aslında hayatımızda var olan ama bu şekilde göz önüne getirildiğinde çok garipsediğimiz bazı gerçekleri de ortaya döküyor. Mesela bir otopsi sahnesi var ki, “Dünya gerçekten de böyle bir yer, insanlar gerçekten de bu kadar kendi dünyalarında.” fikrini eminim her izleyicinin aklına sokmayı başarıyor.
Bir Zamanlar Anadolu’da herhangi bir film değil, hayatın kendisi, kendimiz dışındaki insanları birebir gözlemleme fırsatı, ama kendimiz de aynı zamanda. Nuri Bilge Ceylan’ın yaratıcılığıyla tanışmadan “Film izliyorum ben.” demem çok yanlışmış, bunu öğretti bana Bir Zamanlar Anadolu’da.
140 dakikanın bir filme az gelebileceğini hiç düşünmezdim, gelebiliyormuş demek ki.
Filmi izlemiş olanlara:
Google’a Clarke Gable yazdım, gerçekten de Taner Birsel benziyormuş ona. Filmin gülümseten sahnelerindendi… :)
Burası da spoiler’lı son:
İzlemiş olanlarla filmin sonunu seve seve tartışabiliriz, zira Nolan’ın Memento‘sundaki boyutta bir dumurla karşı karşıya kaldım ben film bittiğinde. Doktorun Kenan’ı kayırmaktaki amacı neydi? Doktorla maktulün karısı arasındaki bakışmalara bir anlam yüklemeli miyiz? Yönetmen Semir Aslanyürek konuyla ilgili “Burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir.” gibi bir çıkarım yapmış, iyi de yapmış.
House & Monk

Başlığı House vs. Monk da koyabilirdim aslında, ama karşılaştırmaktan veya birbirine üstün çıkartmaktan ziyade iki dizinin benzerliklerinden bahsedeceğim size.
Bir tarafta kendini beğenmiş zeki bir doktor, diğer tarafta tek derdi fazla (!) zeki olması olan takıntılı bir dedektif var. (Monk incelemem için tıklayın.)
İki dizinin de her bölümünde farklı bir vaka çözülüyor; süper-zeki karakterlerimiz sayesinde tabii.
House ukala ve kaba. En büyük hobileri insanlara laf sokmak ve kendi bildiğini okumak. Ama diziyi izleyen insanların %99.999’unun söyleyeceği gibi, dizide en sevilen karakter o. Hatta dizinin izlenme sebebi o.
Monk çekingen ve saf. Mükemmelliyetçiliği sayesinde en küçük kusurları görmekte üstüne yok. Ancak içine kapanıklığı yüzünden insan ilişkilerinde bir adım atabilecek yeterlilikte değil.
İşte burada iki dizinin de en güzel yanı olan ortak noktaya geliyorum. Kuşkusuz iki dizinin de en güzel anları, bu “normal olmayan” karakterlerimizin normal olmaya yaklaştığı, duygusallaştığı anlar. Monk bir hedef uğruna takıntılarını unuttuğu an içiniz içinize sığmıyor, veya House birinden hoşlandığını belli ettiğinde (söylemez o, ancak bakışından anlayabilirsiniz!) dizi hayatınızın en iyi dizisi haline geliyor. Dizi boyunca sizi en çok mutlu edecek şeyin iki karakterden birinin arkadaşına sarılışını görmek olduğunu biliyorsunuz. Dizilerin en unutulmaz bölümleri karakterin geçmişinin anlatıldığı bölümler, en unutulmaz sahneleri duygularının açığa çıktığı sahneler oluyor.
Bir de gülümsediler mi, o an ne derdiniz varsa unutuyorsunuz.
İki karakter de gayet yalnız olduğunu sanıyor. Ama aslında etrafları onları çok seven arkadaşlarıyla çevrili.
İkisi de zavallı olduğunu düşünüyor ve mutsuz. (House’un bir bölümünde üç yüz kez “miserable” kelimesini duyabilirsiniz.) Ama dünyaya yeniden gelseler, hiç tereddütsüz aynı şeyleri yaparlar.
Diziler her bölüm farklı bir konuyu ele alan birer “vaka çözme” dizisi oldukları için birçok senaryo ve kurgu benzerliği de var tabii. Zaten dizilerin bu denli karakter odaklı olmalarının sebebi de sürekli bir kurguya sahip olmamaları.
Karakterlerden bahsetmişken iki usta oyuncunun hakkını vermemek olmaz. Tony Shalhoub (Adrian Monk) ve Hugh Laurie (Gregory House) o kadar iyi iş çıkarıyorlar ki, büyük ölçüde karakterler üzerine kurulu iki dizinin de bu kadar tutmasına şaşmamalı.
Son olarak “House M.D.” ve “Monk” hakkında bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şimdiye kadar izlediğim hiçbir dizi, bu ikisini izlerkenki kadar mutlu olmamı sağlamamıştı.
Tony Shalhoub ve Hugh Laurie’ye saygılarımla…
Not: Size Shalhoub ve Laurie’nin gülücükler saçan fotoğraflarından seçtim, ne kadar da mutlu oldunuz değil mi? Evet evet, oldunuz.
*** Dizileri izlediyseniz ve özlediyseniz, şu bölümleri tekrar izleyin:
-Monk Season 8 Episodes 15 & 16 - Mr. Monk And The End Part 1&2
-House Season 3 Episode 12 - One Day One Room
-House Season 4 Episodes 15 & 16 - House’s Head & Wilson’s Heart
-House son iki bölüm
Ekcan: House’un hangi bölümünde hangi şarkı var? Ayrıca Torrent sitelerinde “House M.D. Songs” diye paketlenmiş linkler de bulmanız mümkün. Şarkılar harika çünkü.
Ekcan2: Son sözüm şudur: House izlemediyseniz, izleyin. Monk izlemediyseniz, vaktiniz varsa izleyin.
Flashforward (2009)
“Lost’un izinden bir dizi geliyor, izlenir!” diyerekten başlıyoruz bu diziye… Yapımcıları aynı çünkü. Lost’tan birkaç oyuncu da oynuyor ayrıca; Desmond’ın Penny’si ve Charlie mesela.
Diziyi üst sıralara taşımakta sırf konusu yeter aslında, o kadar iyi, düşünün. Konusunu, dizinin her bölümünün başlangıcındaki sözle açıklamak istiyorum: “6 Ekim günü gezegendeki herkes 2 dakika 17 saniyeliğine bilincini kaybetti. Bütün dünya geleceği gördü.”
İki şeyi başarılı bir şekilde anlatıyor dizimiz: 1– Bütün dünyadaki insanlar aynı anda bayılırsa ne olur? Uçak düşmeleri, trafik kazaları derken kaç kişi ölür? 2– Bir kişi, o günden tam altı ay sonrasında ne yapıyor olacağını görürse ne yapar? (Herkes psikopata bağlıyor ya, “6 ay sonra şu olacak, hayatım kurtuldu kardeşiim!”, “öldüm ben öldüm, öngörümde şunu gördüm, kesin gerçek olacak, hayatım bitti” ve bunlardan binlercesi….)
Tam olarak Türkçeye çeviremediğimiz “Flashforward” sözcüğünü, özellikle Lost’tan ve daha birçok diziden, kişilerin geçmiş ve geleceğinden sahneler gösterilmesiyle kullanılan “Flashforward” ve “Flashback” olaylarından tanıyoruz zaten. (Neden herkes Lost izliyormuş gibi davranıyorum ki ben? Tamam, tanımıyor olabilirsiniz, pardon.) Dizi sırasında da sözcüğü genelde “öngörü”, veya “geleceğimi gördüğümde…” diye çeviriyorlar.
Flashforward, Kanadalı yazar Robert J. Sawyer’ın 1999’da yayınlanmış aynı isimli romanından uyarlama. Türü için drama & bilim kurgu diyebiliriz.
Dizinin, yine Lost’la örtüşen bir yanı da, birçok karakter içerip; farklı zamanlarda / bölümlerde farklı karakterlerin üzerine eğilerek, onların “flashforward”larını göstererek karakter çeşitliliği sağlaması. Yani Lost kadar keskin bir şekilde her bölüm birinin hayatını anlatmasa da, birçok karakter, birçok gelecek, birçok hayat vs görüyoruz, bu da sıkılmayı engelliyor sanırsam.
Şimdiye kadar toplam 10 bölüm yayınlandı. Belirtmek gerekir ki, maalesef, Amerika’da diziye (belirsiz-) bazı nedenlerden dolayı Mart’a kadar ara verildi. İzlemek istiyorsanız Mart’a kadar yalnızca 10 bölüm var yani. Bunun nedenlerinden biri, Ocak’ta Lost’un başlayacak olması ve yapımcıların ona odaklanmak istemeleri olabilir, bilmiyoruz. Bir şey daha var ki, iyi olarak mı, kötü olarak mı değerlendirirsiniz bilmiyorum. Türk dizileri gibi, her bölümü, bir bomba atıp en heyecanlı yerinde bitiriyorlar. Adam bir şey diyor ya da yapıyor, “yok artııııııııııık” diye bağırırken “pat” diye bitiyor dizi. Bize de ertesi gün arkadaşlarla tartışacak soru işaretleri kalıyor. Bunu da en iyi 10. bölümde, yani devamını Mart’a kadar bekleyeceğimiz bölümde yapmışlar; cidden çok iyi bir bölümle oltayı atmışlar ve Mart’ta balıkları yakalamayı planlıyorlar herhalde!
Flashforward için “mutlaka izleyin, kaçırmayın” demem. Ama dizi bana, “hadi cuma gelsin artık da Flashforward izleyeliiim!” dedirtiyordu (Şimdi de “hadi Mart gelsiiin!” diyorum!). Zevkle de izletiyor bence. Arada biraz bayabilir; ama konusu, kurgusu, hikayesi başarılı. Lost’a bir alternatif olamaz belki, ama “Flashforward” ismini akıllara kazır kısa zamanda.
Aralık 2009 - Gölge e-Dergi
————————————————-
Flashforward ABC ekranlarında birinci sezonunu tamamladı, ardından da, gelirlerin dizinin yüksek bütçesini karşılamaması sonucu dizi ABC tarafından iptal edildi. İlk sezon aynı zamanda son sezondu yani dizi için.
Bu hiç hoş bir durum değil açıkçası; zira üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen dizi ile ilgili görüşlerim değişmedi, hatta daha da büyüdü gözümde “Flashforward”. Açıkçası ilk sezonun ardından, “mutlaka izleyin, kaçırmayın” derim. Devamı olmayacak olsa da izlemeye değer bence dizi.
Diziyi üst sıralara taşımakta sırf konusu yeter aslında, o kadar iyi, düşünün. Konusunu, dizinin her bölümünün başlangıcındaki sözle açıklamak istiyorum: “6 Ekim günü gezegendeki herkes 2 dakika 17 saniyeliğine bilincini kaybetti. Bütün dünya geleceği gördü.”
İki şeyi başarılı bir şekilde anlatıyor dizimiz: 1– Bütün dünyadaki insanlar aynı anda bayılırsa ne olur? Uçak düşmeleri, trafik kazaları derken kaç kişi ölür? 2– Bir kişi, o günden tam altı ay sonrasında ne yapıyor olacağını görürse ne yapar? (Herkes psikopata bağlıyor ya, “6 ay sonra şu olacak, hayatım kurtuldu kardeşiim!”, “öldüm ben öldüm, öngörümde şunu gördüm, kesin gerçek olacak, hayatım bitti” ve bunlardan binlercesi….)
Tam olarak Türkçeye çeviremediğimiz “Flashforward” sözcüğünü, özellikle Lost’tan ve daha birçok diziden, kişilerin geçmiş ve geleceğinden sahneler gösterilmesiyle kullanılan “Flashforward” ve “Flashback” olaylarından tanıyoruz zaten. (Neden herkes Lost izliyormuş gibi davranıyorum ki ben? Tamam, tanımıyor olabilirsiniz, pardon.) Dizi sırasında da sözcüğü genelde “öngörü”, veya “geleceğimi gördüğümde…” diye çeviriyorlar.
Flashforward, Kanadalı yazar Robert J. Sawyer’ın 1999’da yayınlanmış aynı isimli romanından uyarlama. Türü için drama & bilim kurgu diyebiliriz.
Dizinin, yine Lost’la örtüşen bir yanı da, birçok karakter içerip; farklı zamanlarda / bölümlerde farklı karakterlerin üzerine eğilerek, onların “flashforward”larını göstererek karakter çeşitliliği sağlaması. Yani Lost kadar keskin bir şekilde her bölüm birinin hayatını anlatmasa da, birçok karakter, birçok gelecek, birçok hayat vs görüyoruz, bu da sıkılmayı engelliyor sanırsam.
Şimdiye kadar toplam 10 bölüm yayınlandı. Belirtmek gerekir ki, maalesef, Amerika’da diziye (belirsiz-) bazı nedenlerden dolayı Mart’a kadar ara verildi. İzlemek istiyorsanız Mart’a kadar yalnızca 10 bölüm var yani. Bunun nedenlerinden biri, Ocak’ta Lost’un başlayacak olması ve yapımcıların ona odaklanmak istemeleri olabilir, bilmiyoruz. Bir şey daha var ki, iyi olarak mı, kötü olarak mı değerlendirirsiniz bilmiyorum. Türk dizileri gibi, her bölümü, bir bomba atıp en heyecanlı yerinde bitiriyorlar. Adam bir şey diyor ya da yapıyor, “yok artııııııııııık” diye bağırırken “pat” diye bitiyor dizi. Bize de ertesi gün arkadaşlarla tartışacak soru işaretleri kalıyor. Bunu da en iyi 10. bölümde, yani devamını Mart’a kadar bekleyeceğimiz bölümde yapmışlar; cidden çok iyi bir bölümle oltayı atmışlar ve Mart’ta balıkları yakalamayı planlıyorlar herhalde!
Flashforward için “mutlaka izleyin, kaçırmayın” demem. Ama dizi bana, “hadi cuma gelsin artık da Flashforward izleyeliiim!” dedirtiyordu (Şimdi de “hadi Mart gelsiiin!” diyorum!). Zevkle de izletiyor bence. Arada biraz bayabilir; ama konusu, kurgusu, hikayesi başarılı. Lost’a bir alternatif olamaz belki, ama “Flashforward” ismini akıllara kazır kısa zamanda.
Aralık 2009 - Gölge e-Dergi
————————————————-
Flashforward ABC ekranlarında birinci sezonunu tamamladı, ardından da, gelirlerin dizinin yüksek bütçesini karşılamaması sonucu dizi ABC tarafından iptal edildi. İlk sezon aynı zamanda son sezondu yani dizi için.
Bu hiç hoş bir durum değil açıkçası; zira üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen dizi ile ilgili görüşlerim değişmedi, hatta daha da büyüdü gözümde “Flashforward”. Açıkçası ilk sezonun ardından, “mutlaka izleyin, kaçırmayın” derim. Devamı olmayacak olsa da izlemeye değer bence dizi.
Dollhouse (2009)
Dollhouse; Buffy the Vampire Slayer, Angel, Firefly gibi yapıtların da yönetmeni olan Josh Whedon tarafından yaratıldı ve 2009 Şubat’ında başlayıp 2010 Ocak’ında bitecek kadar kısa sürdü maalesef. Dizi 2 sezon ve 26 bölüm içeriyor.
“Dollhouse”, hayatlarının beş yılını buraya vermek için anlaşmış “ajanların” kişiliklerinin silinerek yerine müşterinin isteği doğrultusunda bir kişilik yazıldığı bir yer; yani beyninizi önce boşaltıp sizi yürüyen bir “oyuncak bebeğe” dönüştürüyor, sonra da bir “müşteri”nin siparişi üzerine yaratılan bir karakteri beyninize yazıyorlar. Örneğin biri asla hata yapmayacak bir tetikçi arıyorsa “bebeğimiz” kusursuz bir tetikçi oluyor; iki gün boyunca ona dünyadaki en iyi eş olacak birini arıyorsa da kusursuz bir eş…
Dizimiz “ajan”lardan birinin, Echo’nun, gittiği görevleri ve bu sırada kişiliğinde yaşanan gelişmeleri göz önüne getiriyor. (Alpha, Echo, November, Sierra vs olarak adlandırıyorlar bebekleri. Fonetik alfabe yani… Washington Dollhouse’unda da isimler mitolojiden alınma mesela, Hades falan. Bizimki Los Angeles tabii :) ) Dizinin konusundan da anlayabileceğiniz gibi bebeklerin her bölümde farklı bir karaktere bürünmeleri gerekiyor; dolayısıyla yüksek bir oyunculuk performansı gerektiriyor Dollhouse ve dizideki herkes bunun altından başarıyla kalkıyor bence. Başrolde, Echo’yu başarıyla canlandıran Amerikalı aktris Eliza Dushku var. Dizinin oyuncularının neredeyse tamamı çok başarılı, ancak hepsinin ismini buraya yazmaya kalkarsam diziden bahsedemem. Yine de birkaç karakter/oyuncu var ki, bahsetmeden geçmek imkansız. Harry Lennix’in canlandırdığı, Echo’nun amiri ve daha sonra Dollhouse’un güvenlik şefi olan Boyd Langton benim favori karakterlerimden biri ve hem karakterin dizideki yeri, hem de oyuncunun başarısı sayesinde dizinin en önemli ve en sevilen karakterlerinden biri haline geliyor kendisi.
Burada çok pis bir spoiler veresim var ama yapmayacağım, siz de izleyip dizinin tek “yok artııııık” dedirten yerine geldiğinizde beni hatırlarsınız.
Kayda değer karakterlerden bir diğeri olan süper dahi (cinyıs), sevimli ve iyi kalpli bilimadamımız Topher Brink rolünde Fran Kranz var. Onu her gördüğümde yüzümü bir gülümseme kaplıyor şahsen ve özellikle final bölümdeki performansıyla göz doldurdu bence Kranz. İşin kötüsü, arkadaşı ağzım kulaklarımda izleye izleye, arada bir onun gibi gülmeye başladım (Tamam sempatik falan ama “hihi” şeklinde gülmek hoş olmuyor toplum içinde). Bu arada herhalde hiçkimse, Topher Brink’in o yokken yerine bakması için kendi kişiliğini yazdığı Victor(Enver Gjokaj)’dan daha iyi taklit edemezdi Kranz’i. Dizinin en “olmamış” karakteri ise bence Paul Ballard (Tahmoh Penikett) –Boyd Langton da sonlarda bir yerde belirtiyor bunu ucundan-, ama yine de o bile göze batacak kadar kötü değil kanımca.
Dizi başlarda biraz karışık geliyor -bunun nedeni de şüphesiz seyirci “Dollhouse” dünyasında dönen olayları sindiremeden karışık aksiyonlara gidilmiş olması-, ama zaman geçtikçe diziye ve teknolojiye ilginiz artıyor. Ancak dizinin temposu zaman zaman ağır geldiğinden üst üste izlemek sıkabilir.
İki sezonun da final bölümlerinde, dizinin havasından farklı olarak, 10 yıl sonrasına gidiliyor ve mevcut teknolojinin sebep olacağı felaketten bahsediliyor. Dizi finalinde de bu felaketin çözümlenmesi yönünde ana karakterlerimizin attığı adımları izliyoruz. Final bölümlerin dizinin havasından farklı olmasını pek olumlu bulmuyorum aslında; şahsen finalin, diziyle ilgili tüm anılarımı canlandıracak, gülümseyip “ne diziydi be, bu da bitti bak!” dememi sağlayacak en azından birkaç sahnesi olsaydı daha çok tatmin olurdum. Dizinin böyle apar topar bitirilmiş gibi görünmesini de Fox’un diziyi 2. sezonda bitirmeye karar vermesine bağlamalayız.
Dollhouse belki “çok kaliteli” Amerikan dizilerinden değil; ama oyunculuk performansları ve konunun ilginçliğiyle seyirciyi heyecanlandırmayı başaran, izlemeye değer bir yapıt bence.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
“Dollhouse”, hayatlarının beş yılını buraya vermek için anlaşmış “ajanların” kişiliklerinin silinerek yerine müşterinin isteği doğrultusunda bir kişilik yazıldığı bir yer; yani beyninizi önce boşaltıp sizi yürüyen bir “oyuncak bebeğe” dönüştürüyor, sonra da bir “müşteri”nin siparişi üzerine yaratılan bir karakteri beyninize yazıyorlar. Örneğin biri asla hata yapmayacak bir tetikçi arıyorsa “bebeğimiz” kusursuz bir tetikçi oluyor; iki gün boyunca ona dünyadaki en iyi eş olacak birini arıyorsa da kusursuz bir eş…
Dizimiz “ajan”lardan birinin, Echo’nun, gittiği görevleri ve bu sırada kişiliğinde yaşanan gelişmeleri göz önüne getiriyor. (Alpha, Echo, November, Sierra vs olarak adlandırıyorlar bebekleri. Fonetik alfabe yani… Washington Dollhouse’unda da isimler mitolojiden alınma mesela, Hades falan. Bizimki Los Angeles tabii :) ) Dizinin konusundan da anlayabileceğiniz gibi bebeklerin her bölümde farklı bir karaktere bürünmeleri gerekiyor; dolayısıyla yüksek bir oyunculuk performansı gerektiriyor Dollhouse ve dizideki herkes bunun altından başarıyla kalkıyor bence. Başrolde, Echo’yu başarıyla canlandıran Amerikalı aktris Eliza Dushku var. Dizinin oyuncularının neredeyse tamamı çok başarılı, ancak hepsinin ismini buraya yazmaya kalkarsam diziden bahsedemem. Yine de birkaç karakter/oyuncu var ki, bahsetmeden geçmek imkansız. Harry Lennix’in canlandırdığı, Echo’nun amiri ve daha sonra Dollhouse’un güvenlik şefi olan Boyd Langton benim favori karakterlerimden biri ve hem karakterin dizideki yeri, hem de oyuncunun başarısı sayesinde dizinin en önemli ve en sevilen karakterlerinden biri haline geliyor kendisi.
Burada çok pis bir spoiler veresim var ama yapmayacağım, siz de izleyip dizinin tek “yok artııııık” dedirten yerine geldiğinizde beni hatırlarsınız.
Kayda değer karakterlerden bir diğeri olan süper dahi (cinyıs), sevimli ve iyi kalpli bilimadamımız Topher Brink rolünde Fran Kranz var. Onu her gördüğümde yüzümü bir gülümseme kaplıyor şahsen ve özellikle final bölümdeki performansıyla göz doldurdu bence Kranz. İşin kötüsü, arkadaşı ağzım kulaklarımda izleye izleye, arada bir onun gibi gülmeye başladım (Tamam sempatik falan ama “hihi” şeklinde gülmek hoş olmuyor toplum içinde). Bu arada herhalde hiçkimse, Topher Brink’in o yokken yerine bakması için kendi kişiliğini yazdığı Victor(Enver Gjokaj)’dan daha iyi taklit edemezdi Kranz’i. Dizinin en “olmamış” karakteri ise bence Paul Ballard (Tahmoh Penikett) –Boyd Langton da sonlarda bir yerde belirtiyor bunu ucundan-, ama yine de o bile göze batacak kadar kötü değil kanımca.
Dizi başlarda biraz karışık geliyor -bunun nedeni de şüphesiz seyirci “Dollhouse” dünyasında dönen olayları sindiremeden karışık aksiyonlara gidilmiş olması-, ama zaman geçtikçe diziye ve teknolojiye ilginiz artıyor. Ancak dizinin temposu zaman zaman ağır geldiğinden üst üste izlemek sıkabilir.
İki sezonun da final bölümlerinde, dizinin havasından farklı olarak, 10 yıl sonrasına gidiliyor ve mevcut teknolojinin sebep olacağı felaketten bahsediliyor. Dizi finalinde de bu felaketin çözümlenmesi yönünde ana karakterlerimizin attığı adımları izliyoruz. Final bölümlerin dizinin havasından farklı olmasını pek olumlu bulmuyorum aslında; şahsen finalin, diziyle ilgili tüm anılarımı canlandıracak, gülümseyip “ne diziydi be, bu da bitti bak!” dememi sağlayacak en azından birkaç sahnesi olsaydı daha çok tatmin olurdum. Dizinin böyle apar topar bitirilmiş gibi görünmesini de Fox’un diziyi 2. sezonda bitirmeye karar vermesine bağlamalayız.
Dollhouse belki “çok kaliteli” Amerikan dizilerinden değil; ama oyunculuk performansları ve konunun ilginçliğiyle seyirciyi heyecanlandırmayı başaran, izlemeye değer bir yapıt bence.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
Ejder Kapanı (2010)
Uğur Yücel ilk kez senaryosunu kendi yazmadığı bir film çekecekmiş dediler, olay oldu. Filmin fragmanı yayınlandı, “Vaay, ne film yapmış bizimkiler!” dedik.
Dev Hollywood yapımları karşısında kendine yer edinmek için çırpınan Türk sineması için büyük bir gelişme aslında Ejder Kapanı. Türk sinemasının ilk seri katilli polisiyesini çekti Uğur Yücel ve çoğu kişinin beklediği kadar iyi olmasa da Türk sinemasının çizgisini yükselten bir film oldu bu.
Gerek oyuncu kadrosu ve oyuncuların rolleri yansıtmadaki başarıları, gerek görsel efektler filmin kalitesini izleyicinin gözüne sokmaya yetiyordu; ama yine de birçok kişi beklediğini bulamadı filmde. Bunun en etkili nedeni ise, filmin karşılaştırıldığı yapıtların kalitesi. Hollywood filmlerinden bahsediyorum tabii ki; böylesine büyük, kaliteli, heyecan dolu polisiye filmleri izlemeye alışmış seyirci için biraz düşük tempolu geliyor Ejder Kapanı. İkinci neden, filmin tüm aksiyonlarının fragmana koyulmuş olması ve bunun beklentiyi yükseltmesi. Filmde fazla aksiyon olmaması tempoyu düşürünce de, seyirci aradığını bulamıyor maalesef.
Ejder Kapanı’nı bizim kalitesine maalesef erişemediğimiz daha büyük filmlerle karşılaştırmaz, tek başına bir film olarak veya Türk sineması dahilinde değerlendirirsek, işte o zaman seyirciyi tatmin eden bir yapıt olur film.
Başrol oyuncuları Uğur Yücel, Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler, Berrak Tüzünataç, Ceyda Düvenci olarak gösterildi ve bunun sebebi herhalde “uuuf, kadroya bak!” dedirtmek, bunu başarmışlar da… Ancak başrollerimizde yalnızca Uğur Yücel ve Kenan İmirzalıoğlu var, ki Nejat İşler’i filmde bu kadar az görmem moralimi bozdu bu yüzden. Ama tabii ki Yücel ve İmirzalıoğlu karakterlerinin inandırıcılığını başarıyla sağlamış ve “Çerkez” ve “Akrep”i akıllardan bir süre silinmeyecek karakterler haline getirmişler.
Filmin konusundan bahsetmedim değil mi ben? Aftan çıkmış tecavüzcüleri tek tek avlayan bir seri katil var ortada ve polislerimiz Abbas (Çerkez – Uğur Yücel) ve Akrep Celal (İmirzalıoğlu) katili yakalamaya çalışıyor. Cinayetlerin işleniş şekilleri, arada titreyen ekran efektleri ve diğer görsel efektler, kısa da sürse arabayla kovalamaca sahnesi ve seri cinayetlerin ejdere bağlanış şekli filmin en başarılı noktalarıydı bence. Olumsuz yönleri ise; temposunun düşüklüğü, Ceyda Düvenci iyi oynasa da karakterinin biraz konuya alakasız kaçması, sonucun önceden tahmin edilebilirliği (yine de filmin tadını kaçırmadı bu durum) ve daha önce söylediğim gibi, en önemlisi, karşılaştırılacak filmlerin çok sayıda ve kaliteli olması.
Tahmin edin bakalım filmdeki devasa karakol neresi? Evet, bildiniz, İstanbul Lisesi binası… Filmde –olumsuz olarak bence– dikkat çeken durumlardan biri de, İstanbul’a ve bizim okula ait tüm görsel nimetlerden faydalanmak istenmesi (bir yerde, konuya hiçbir şekilde bağlantısı olmadığı halde, Uğur Yücel “ben terasa çıkacam azcık” diyor ve bizim çatının manzarasını gösteriyorlar :D ). Bu tabii ki kötü bir olay değil ama konuyla bağlantısız kaçan ayrıntılar insanı rahatsız ediyor biraz.
İyi bir polisiye çıkarmak için elinden geleni yapmış Uğur Yücel, iyi ki de yapmış… Ama karşılaştırmalarda üstün gelebilmesi için biraz daha kalite gerek Türk filmlerine. Sinemada izleyerek zaman kaybetmek istemiyorsanız da, cd’sini mutlaka alın derim.
Şubat 2010 - Gölge e-Dergi
————————————
Ek: Hem bir Türk filmi olup, hem harika bir kadroya sahip olup; hem de seyirciyi daha çıkmadan bu kadar heyecanlandıran bir film daha var önümüzde: Av Mevsimi. İlgili bilgiyi sonraki iletilerimde bulabilirsiniz; o da kaçmayacak bir film, emin olun…
Monk (2002)
Hiç 125 bölümlük, 8 sezonluk bir dizi izleyip de sıkılmadığınız, “Bir 8 sezon daha olsaydı keşkee!!” dediğiniz bir dizi oldu mu?
Benjamin Linus’tan, Noah Bennett’tan, Michael Scofield’dan veya Ari Gold’dan daha zeki bir karakter tanıyor musunuz?
Bir dizi izlerken dizinin baş karakterine ve onu canlandıran oyuncuya deli gibi saygı ve sevgi duyduğunuz oldu mu?
Cevaplarınız “hayır”, değil mi? Monk’la tanışmamışsınız demek ki!
Muhtemelen üstün zekasının sebep olduğu obsesif kompulsif bozuklukla cebelleşirken dünya üzerinde çözülmemiş cinayet davası bırakmayacak yetenekteki dedektif Adrian Monk’tan bahsediyoruz!
Monk kimdir? Obsesif kompulsif ne ola ki?
San Fransisco polis departmanında dedektiflik yapan Adrian Monk, dizinin başlangıcından üç yıl önce bir araba bombası nedeniyle karısını kaybetmiş, bu olayın ardından da çocukluğundan beri onu herkesten farklı kılan “obsesif kompulsif bozukluğu” (= takıntı, takıntı, takıntı) etkisini artırmış ve Monk psikolojik nedenlerden ötürü rozetini kaybetmiştir. 3 yıl boyunca evine kapanan Monk, dizimizin başlangıcından kısa bir süre önce,
5 Ağustos 2012 Pazar
Çay
Bir el sallayışındadır insanın
Yaşadığı heyecan o ana değin
Ve mutluluğu sonrasındaki
Anları aklına resmederkenki mutluluğu
Tüm hevesiyle zıplamasındadır bir kedinin
Nicedir dinlediğin hikâyelerin tadı
Ve gülümseme sonrasındaki
Hikâyelerdeki samimiyetin çizdiği gülümseme
Ve merakla dinlediğin sözcüklerdedir
Bir hayat ve kahkaha, bir sıcak çay
Ve tanıdık bir huy
Bir yabancının ağzından, tanıdık sözcüklerde
Bir "hoşçakal"ın sonsuz olmasındadır umut
Bir sonraki el sallayışın heyecanı
Ve bir insanın gözlerindedir
Dünün ve bugünün ve yarının sonsuz neşesi
Yaşadığı heyecan o ana değin
Ve mutluluğu sonrasındaki
Anları aklına resmederkenki mutluluğu
Tüm hevesiyle zıplamasındadır bir kedinin
Nicedir dinlediğin hikâyelerin tadı
Ve gülümseme sonrasındaki
Hikâyelerdeki samimiyetin çizdiği gülümseme
Ve merakla dinlediğin sözcüklerdedir
Bir hayat ve kahkaha, bir sıcak çay
Ve tanıdık bir huy
Bir yabancının ağzından, tanıdık sözcüklerde
Bir "hoşçakal"ın sonsuz olmasındadır umut
Bir sonraki el sallayışın heyecanı
Ve bir insanın gözlerindedir
Dünün ve bugünün ve yarının sonsuz neşesi
12 Temmuz 2012 Perşembe
My Bucket List
Seviye 1
1- Comic-con'a git. (12.07.2012)
2- Eiffel'in karşısında bir kafeye oturup şarap içerek yazı yaz (14.10.2012)
3- Balıkçı teknesi satın al (04.06.2013)
1- Comic-con'a git. (12.07.2012)
2- Eiffel'in karşısında bir kafeye oturup şarap içerek yazı yaz (14.10.2012)
3- Balıkçı teknesi satın al (04.06.2013)
4- Teleobjektifle vahşi hayvan fotoğrafı çek (14.08.2013)
Seviye 2
1- Uzun metrajlı bir filmin yönetmenliğini ya da senaristliğini yap. (12.07.2012)
2- Yelkenli satın al (04.06.2013)
Seviye 2
1- Uzun metrajlı bir filmin yönetmenliğini ya da senaristliğini yap. (12.07.2012)
2- Yelkenli satın al (04.06.2013)
3- Richard Dawkins'le sohbet et (13.08.2014)
Seviye 3
1- Tim Burton, Helena Bonham Carter, Johnny Depp üçlüsünden biriyle yüz yüze röportaj yap. (12.07.2012)
Seviye 3
1- Tim Burton, Helena Bonham Carter, Johnny Depp üçlüsünden biriyle yüz yüze röportaj yap. (12.07.2012)
1 Temmuz 2012 Pazar
Bulut
Farkında değiliz,
Her gün yabancı insanların elini sıkıp
Yalancı gülümsemelerimizle amacımızı ararken
Bulutların bize bu kadar yakın olduğunun
Bilmiyoruz maviliklere asılı olanların
Bizi daha iyi tanıdığını
Selamsız binalardan
Ve sabahsız şişelerden
Ve umrumuzda değil bir ağacın fısıltıları,
Ruhuna dilenen;
Ve insanlığın tınısına karışan
Çaresiz yakarışları bir çiçeğin
Kuşlar duyuruyor gerçi sesini
Çekip gitmemizi emrediyorlar her sabah
Yalnız biz yine güzel müzikler sanıyoruz cıvıltılarını
Çünkü her şey bizim, ve hiçbir şey de...
Bulutları görenler yaşıyor hayatı,
Onlardan biri oluyor, maviliklere asılı
Ve kedileri dinleyenler, duyanlar
Takıyor hayatın bilge gözlüklerini
Çünkü hiçbir şey bizim. Ve her şey...
O sadece her şey.
Her gün yabancı insanların elini sıkıp
Yalancı gülümsemelerimizle amacımızı ararken
Bulutların bize bu kadar yakın olduğunun
Bilmiyoruz maviliklere asılı olanların
Bizi daha iyi tanıdığını
Selamsız binalardan
Ve sabahsız şişelerden
Ve umrumuzda değil bir ağacın fısıltıları,
Ruhuna dilenen;
Ve insanlığın tınısına karışan
Çaresiz yakarışları bir çiçeğin
Kuşlar duyuruyor gerçi sesini
Çekip gitmemizi emrediyorlar her sabah
Yalnız biz yine güzel müzikler sanıyoruz cıvıltılarını
Çünkü her şey bizim, ve hiçbir şey de...
Bulutları görenler yaşıyor hayatı,
Onlardan biri oluyor, maviliklere asılı
Ve kedileri dinleyenler, duyanlar
Takıyor hayatın bilge gözlüklerini
Çünkü hiçbir şey bizim. Ve her şey...
O sadece her şey.
26 Haziran 2012 Salı
Turuncu ve Mavi ve Hatta Siyah
Koridor gibi, ama oda olduğu kesin. Oda olduğunu gösteren şeyse kapısı olması. Aslında içinde kapılar olan bir koridor gibi daha çok, odalar bitmek bilmiyor çünkü. Bir kapıyı açıp yeni odaya geçince bir diğer kapı beliriyor az ileride, onu açınca bir yenisi… Upuzun, bitmek bilmeyen bir koridor gibi, sonsuz kadar. Her seferinde umutla kapıya elini atıyor çocuk; metal, yuvarlak kolu çevirip kapıyı ilk araladığında gözüne vuracak o ışığın bir şeyleri değiştireceğini umuyor.
Odalar birbirinin tamamen aynısı değil ama. Hatta Pollyanna olsa birbirlerinden fazlasıyla farklı olduklarını düşünürdü. Sonuçta o Pollyanna, değil mi? Ama çocuk öyle düşünmüyor; yine de kapıyı her açtığında farklı bir renkle boyanmış duvarlarla karşılaşmaktan hoşnut.
Turuncu… En sevdiği renk, galiba… En çok hangi rengi sevdiğini tam hatırlayamıyor ama buradaki sonsuz tane odadan bir tanesinin rengini seçebileceği kesin. En azından kendine favori bir renk belirleyebilecek demek, hiç de kötü değilmiş, sen ne dersin Pollyanna?
Gözü parlak renklere alışmaya başlayınca -gerçi parlak olmayan odalar da var, siyah mesela, siyahın en sevmediği renk olduğunu hatırlıyor çocuk- odaların kenarındaki masaları fark etmeye başlıyor. Her odada, duvarlarla aynı renkte, tamamen aynı, kenara yaslanmış… Kareler ve çok küçükler, hani çocuk yuvalarında küçük çocukların oturup üzerinde rengarenk legolarla oynadığı masalar gibi, ama bunların üzerinde lego yok. Veya belki de var ama masayla ve duvarlarla ve her şeyle aynı renk olduğu için göremiyor çocuk. Yorulduğunda masalardan birine oturup dinlenebileceğini düşünüyor, hatta uyuyabileceğini. Belki de kolu yorulur ve kolunu dinlendirmesi gerekir.
Kolunu uzatıyor tekrar, çeviriyor: mavi. Hani tam mavi değil de, daha açığı, suluboya yaparken lacivertin üzerine bir sürü beyaz sürmek gibi. Küçükken okulun oradaki parkta bulup eve kadar elinde onunla koştuktan sonra kapının önünde ona bakan küçük kıza verdiği rüzgârgülünün renginde, veya o öyle hatırlıyor.
Kapı kolları var sonra, aynı renkte; duvarla, kapıyla, masayla ve yerle, etrafında görebildiği her şeyle aynı renkte. Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Eğer ona öyle gelmiyorsa -ki gelmiyor olmalı- kapı kolları birbirinin aynısı değil, yani bazıları daha rahat dönüyor veya bazıları kırılıcasına açılıyor. Daha önce bu kapıları biri açmış, diye düşünüyor çocuk ama sesli söylemiyor bunu, kendi sesinden korkacağından korkuyor çünkü. Kolunu uzatıyor: daha sert. Zaten her şeyin birbiriyle aynı -veya birbirinden farklı- olduğu bir yerde, kapı kollarının birbirinden farklı olmasından daha doğal ne olabilir?
Kolunu uzatıyor, çeviriyor: pembe. Adımlarını hızlandırıyor, küçükken en sevdiği veya en sevmediği -yani, en çok kavga ettiği işte- kızın tokasının rengi. Kapıya yaklaşırken masaya bakıyor, köşelerini, ayaklarını ayırt etmeye çalışıyor. Bir ayak, iki… Kolunu uzatıyor, çeviriyor. Bu biraz sert. Tekrar çeviriyor. Bitmiş olmalı, bu sondu. Dönüp pembe masaya yaklaşıyor, ayaklarını sayıyor, üç, dört… Yavaşça oturuyor masaya ve duvara yaslanıyor. Tişörtünün duvardan boyanıp boyanmadığını merak ediyor aslında ama anlayamıyor, tişörtü de pembe çünkü. Uyuyor sonra ve pembe yavaşça kayboluyor. Legolar görüyor rüyasında ve sandalyeler; ve rüzgargülü görüyor. Gökkuşağı sonra, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi… Sonra daha çok turuncu; turuncu legolar ve sandalyeler ve masalar ve kapılar, bir sürü turuncu kapı…
Yavaşça uyanıyor sonra ve etrafına bakınıyor. Sonra yavaşça tekrar uyanıyor. Ve tekrar… Ve tekrar…
Yaşamak
“Git” diyordu, “Git ve rahat bırak beni!”, yalvarıyordu…
“Mutluydum ben, özgürdüm, yaşıyordum…” Anlatamıyordu.
“Bırak, rahat bırak, yaşayayım, alma yanına beni
Göremedim ki daha hiç dünyanın güzelliklerini…”
Yanıtladı “Kader” diye sırıtarak, acımıyordu.
Zaten o dünyanın güzelliklerini anlamıyordu…
“Dönüş yok,” dedi, “çok geç her şey için, bırakamam seni.”
Acımazdı ki, mutluydu edindi diye kurban yeni…
“Bak ağlıyorlar başımda, üzme hiç kimseyi” diyordu;
Ne çıkar, karşısındaki ağlamak nedir bilmiyordu.
“Hayır,” dedi Azrail, “sen canlandıramazsın kendini.”
“Zaten insan kendi yaratamaz ki kendi kaderini.”
“Lütfen, lütfen bırak yaşayayım.” Hıçkırdı, ağlıyordu.
“Haykırmamıştım ki dünyayı sevdiğimi, bilmiyordu.
O kadar şey vardı ki söylemediğim sevildiğini
O kadar kişi vardı ki duymadığım gülüşlerini…”
“Duysaydın ya; görseydin, herkes oradaydı, kaçmıyordu.
Dünya da zaten orada oturmuş seni bekliyordu!”
“Kendimi kandırmam, biliyorum, beklemez dünya beni.
Ama sen de anla be yaşamak isteyenin halini!”
“Yaşamak nedir bilmem ben adam!” dedi, düşünüyordu…
“Ne bir yüzüm oldu benim, ne ellerim…”, üzülüyordu…
“Yaşasaydım kimse tutamazdı ya bur’da zaten beni,
Bozmakla geçer günüm senin gibilerin hayalini…”
“Be adam,” dedi, “sana bir sorum var”, merak ediyordu;
“Geçseydin yerime, ölmek yerine?”; şimdi gülmüyordu.
“Peki ya hayır dersem, yine giyecek miyim kefeni?”
“Gelemezsin dünyaya yine, ben almazsam bedenini.”
Aradan yıllar ve yıllar geçiyor, onlar yaşıyordu.
Her ikisi de zamanının kıymetini biliyordu.
Yaşıyorlardı, olsun ya da olmasındı bedenleri.
Azrail adam, adam Azrail; yaşıyorlardı yeni,
Birinin yüzü bedende, birinin ölümde de olsa…
Nisan 2009 - Gölge e-Dergi
Loading - %20,10
Zamanda neyiz, kimiz, neredeyiz?
Zaman çizelgesinde görüntüyü yavaş yavaş uzaklaştırıyorum kafamda. Önce on binler, sonra yüz binler, milyonlar ve milyarlarca yıl devam ediyor görüntü. Bunun içinde, bizim dünyamızda yaşamış yüz milyarlarca insan var.
Ve ben onlardan sadece biriyim.
Ve biz onlardan sadece on-on beş tanesiyiz.
“Dünyada, herkesin olduğu gibi, kendi hayatı, kendi duyguları, zekası, kalbi, başarıları, zayıflıkları, bencilliği, alçakgönüllülüğü, kişiliği olan kaç kişi var, ben bunlardan yalnızca, yalnızca biriyim. Çok garip.” diye düşünürken, tarihi hesaba katmıyoruz bir de.
O kadar geniş ki evren, dünya, tarih; zaman denen garip olgu içinde, bir kişi, iki gün önce yaptıklarının, düşündüklerinin, hissettiklerinin yarısını bile hatırlayamazken, buna rağmen herkes, her gün, kendisine çok önemli, çok yorucu, uğraştırıcı gelen bir şeyler yapıyor. Bundan on, yüz, bin yıl öncesinde yaşamış milyar dolusu insandan birini düşünün bir de. Onun da hayatı, amaçlarla, duygularla, ilişkilerle, başarılarla doluydu belki. Ama şu anda bunu kim biliyor? Kimin umurunda yüz yıl önce bugün bir kişinin ne düşünüyor olduğu? Bir asır sonra düşünecek biri var mı “Yüz yıl önce Melike ne yapıyordu acaba?” diye? Veya benim hayatım boyunca yaptıklarımı 5; 500; 5000 kişi hariç kaç kişi bilecek yüz milyarlar içinden?
“Yaptıklarını bilmek”ten kastım adının, fikirlerinin yaşaması değil, hayır. Atatürk’ü veya Kanuni’yi veya Fatih’i hatırlama şeklimizden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey; aranızdan hanginiz “Atatürk Samsun’a giderken Bandırma’da, Cumhuriyeti ilan etmeden önceki akşam uyuyamazken, veya Dolmabahçe’de son haftalarında ne hissediyordu?” diye düşünüz? Hislerimizin hatırlanması bahsettiğim. Bizim için o kadar değerli olan duyguların, tarihte, daha yazılamadan silinip gidişi…
2010
Çocuk...
Çocuk olmak…
Her şeyin güzel olduğunu sanmak… Her şeyin güzel olması belki de…
Safça gülümsemek her söylenene… Sokaktaki “deli kadın” ona bir şey yapacak diye korkarak arkadaşlarıyla apartmana saklanmak veya…
6 yaşındayım. Sokakta, bizim dükkanın önünde arkadaşlarımla oynuyorum. Babam görünürde yok… Arkadaşımla bakışıyoruz. Yapar mıyız? Yaparız ya, ne olabilir ki? Araba çarpar mı? Hayır, el ele tutuşup yürüyeceğiz zaten. Kalbimiz küt küt atıyor… Büyük bir serüvene atılıyoruz, hayatımızda ilk kez tek başımıza sokaktan çıkacağız ya… Hem de, yandaki büyük caddeden geçeceğiz! İki tane 6 yaşında çocuğun sokaktan çıkıp sokağın etrafında tur atması: annemler duymamalı… Küçücük elimle arkadaşımın minik elini tutuyorum, yola çıkıyoruz. Köşeyi döndük. Karşıdan kocaman arabalar görünmekte. İnsanlar yanımızdan geçiyor. Bize bir şey yaparlar mı? Ya arkadan annem yetişirse? Bir köşe daha döndük. Caddedeyiz. Cadde dediğim de o kadar büyük bir şey değil ha, bizim sokaktan az daha büyük, o kadar. Ama yine de çok büyük benim için, büyük bir adım… Yanımızdan adamlar geçiyor. Arkadaşımla hiç konuşmadan yürüyoruz. Sokaktan, habersiz, tek başımıza ayrılmış olmanın heyecanı içimizde… Yan tarafımdan hızla bir araba geçti şimdi. Korkuyorum, etrafım yabancılarla dolu. Bir yandan da tehlikeli bir şey yapmanın verdiği kalp çarpıntısının hazzını yaşıyorum. Annem farkeder mi acaba?
Biraz daha ilerliyoruz… Birbirini sımsıkı tutan minik eller terlemeye başlıyor. Buradan dönünce bizim sokağa çıkarız herhalde değil mi? Allahım, kaybolmayalım lütfen… Kaybolmayız yahu… 6 yaşındayız ama o kadar da zekamız var. Başlarken kalbimizin olduğu tarafa döndüysek, yine o tarafa dönünce bizim sokağa çıkacağız. Büyük caddenin başına geliyouz. Büyük kalabalık arkamızda kalıyor. Deminki amca bana mı baktı? Neden bana baktı ki şimdi? Keşke gelmeseydim, annemi istiyorum ben… Neyse, biraz daha gayret, yolu yarıladık. Şimdi döneceğiz ve tekrar dükkanın önünde arkadaşlarımla oynayacağım. Sonra dükkana girip babama öpücük konduracağım bir tane. Ve sola döndük. Şu adam tanıdık mı geliyor? Evet evet, Burak’ın babası. Allah, yakalandık! Burak’ın eli elimden kayıyor, ağladı ağlayacak… “Babaaaa…” Ne desin ki? Babacığım, biz sokaktan tek başımıza çıkmak istedik! Babacığım, kaybomadık ki, bak! Burak babasının elini tutuyor bu kez. Benim ellerim boş kalıyor, gözlerim yerde… Ben önde yere bakarak ilerliyorum. Bizim sokağa girdik. Arkada Burak’ın babası ona bağırıyor… “Ya bir şey olsaydı?” Ama olmadı ki işte…
Sokağı yarıladık. Burak’ın babasının kızgın sesini duyuyorum hala. Burak ağlıyor. Ben kokuyorum. Kafamı kaldırıyorum. Karşıdan biri bana bakarak yaklaşıyor. Annem! “Neredeydin kızım?” Annem beni arıyormuş. Ben ağlamaya başlıyorum. “Anneciiğiim…” Hıçkırıklar… “Biz el ele tutuşuyorduk… Hiçbir şey olmadı ki… Biz zaten büyüdüüük. Özür dilerim!” Anneme sarılıyorum. Annemin bakışlarını anlamıyorum, ta ki şimdiye, 10 yıl sonrasına kadar… Kızıyor sanıyorum ben, ama korkmuş bakıyor annem, bir yandan rahatlamış, ama korkmuş… Anneme sımsıkı sarılıp ağlıyorum. Annem itecek sanıyorum beni, “yaramaz kız, sarılma bana!” diyecek sanıyorum. Bir şey demiyor. Sadece sarılıyorum, ve ağlıyorum…
Çocuk olmak…
Küçücük, ama kocaman adımlar atmak… Korkulmayacak adımlardan korkmak, korkulacak adımlardan korkmamak belki de…
6 yaşındayım… Neden bu kadar etkilendim bilmiyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım ender anılardan biri ama… Bu büyük macerada bana eşlik eden Burak’a saygılar…
Nisan 2009 - Gölge e-Dergi
Bir Delinin Anıları - Gustave Flaubert
"Aç gözlerini, zayıf ve kibir dolu insan, toz zerreciğinin üstüne güçlükle tırmanan zavallı karınca; kendi kendine özgür ve büyük olduğunu söylüyorsun, kendi kendine saygı duyuyorsun, hayatı süresince o kadar aşağılık olan sen, ve kuşkusuz alay etmek için, gelip geçen çürük bedenini selamlıyorsun. Ve sonra sanıyorsun ki, büyüklük adını verdiğin bir miktar gurur ve toplumunun özü olan bu alçak çıkar arasında çalkalanan bu kadar güzel bir hayat, ölümsüzlükle taçlanacak. Sana ölümsüzlük mü; sen ki bir maymundan daha azgınsın, ve bir kaplandan daha kötüsün, ve bir yılandan daha sürüngensin. Haydi canım! Maymun için bir cennet yaratın bana, kaplan ve yılan için, hovardalık, gaddarlık, alçaklık için, bencilllik için bir cennet, bu toz zerresi için bir edebiyet, bu hiçlik için ölümsüzlük. Özgür olmakla, iyilik ve kötülük adını verdiğin şeyleri yapabilmekle övünürsün, kuşkusuz daha hızlı mahkum edilmek için, zira sen iyi ne yapmayı bilirsin? Hareketlerinden biri bile var mı ki kibir tarafından yönlendirilmesin veya çıkar tarafından hesaplanmış olmasın?”
Bir Delinin Anıları'ndan - Gustave Flaubert
Ernest Hemingway - "Yaşlı Adam ve Deniz"
" 'Balık', diye söylendi. 'Seni seviyorum, sana saygı duyuyorum. Ama bilmiş ol ki gün bitmeden seni öldüreceğim.'
İçinden de 'Dilerim öyle olur' diye geçirdi."
Yaşlı Adam ve Deniz'den - Ernest Hemingway
İçinden de 'Dilerim öyle olur' diye geçirdi."
Yaşlı Adam ve Deniz'den - Ernest Hemingway
18 Haziran 2012 Pazartesi
Sabahattin Ali - "Kürk Mantolu Madonna"
"Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."
Kürk Mantolu Madonna'dan - Sabahattin Ali
Kürk Mantolu Madonna'dan - Sabahattin Ali
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Bertolt Brecht - Das Badener Stück vom Einverständnis
Der Führer des Chors:
Einer von uns ist über das Meer gefahren und
Hat einen neuen Kontinent entdeckt.
Viele aber nach ihm
Haben aufgebaut dort große Städte mit
Vieler Mühe und Klugheit
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Der Führer des Chors:
Einer von uns hat eine Maschine gemacht
Durch die Dampf ein Rad trieb und das war
Die Mutter vieler Maschinen.
Viele aber arbeiten daran
Alle Tage.
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Der Führer des Chors:
Viele von uns haben nachgedacht
Über den Gang der Erde um die Sonne, über
Das Innere des Menschen, die Gesetze
Der Allgemeinheit, die Beschaffenheit der Luft
Und den Fisch der Tiefsee.
Und sie haben
Große Dinge gefunden.
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Sondern
Die Armut hat zugenommen in unseren Städten
Und es weiß seit langer Zeit
Niemand mehr, was ein Mensch ist.
Zum Beispiel: während ihr flogt, kroch
Ein euch Ähnliches vom Boden
Nicht wie ein Mensch!
Der Führer des Chors:
Hilft der Mensch also dem Menschen?
Die Menge:
Nein.
Einer von uns ist über das Meer gefahren und
Hat einen neuen Kontinent entdeckt.
Viele aber nach ihm
Haben aufgebaut dort große Städte mit
Vieler Mühe und Klugheit
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Der Führer des Chors:
Einer von uns hat eine Maschine gemacht
Durch die Dampf ein Rad trieb und das war
Die Mutter vieler Maschinen.
Viele aber arbeiten daran
Alle Tage.
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Der Führer des Chors:
Viele von uns haben nachgedacht
Über den Gang der Erde um die Sonne, über
Das Innere des Menschen, die Gesetze
Der Allgemeinheit, die Beschaffenheit der Luft
Und den Fisch der Tiefsee.
Und sie haben
Große Dinge gefunden.
Der Chor:
Das Brot wurde daduch nicht billiger.
Sondern
Die Armut hat zugenommen in unseren Städten
Und es weiß seit langer Zeit
Niemand mehr, was ein Mensch ist.
Zum Beispiel: während ihr flogt, kroch
Ein euch Ähnliches vom Boden
Nicht wie ein Mensch!
Der Führer des Chors:
Hilft der Mensch also dem Menschen?
Die Menge:
Nein.
Ömer Hayyam - Rubailer #1
Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler,
Bir bir derde düşer, canlarından bezerler.
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler.
Ömer Hayyam
Bir bir derde düşer, canlarından bezerler.
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler.
Ömer Hayyam
11 Mayıs 2012 Cuma
Ataol Behramoğlu - Dörtlükler
Dilencilerin akordeonları
Bir romantizm katıyor Avrupalının hayatına
Bu bana klasik müzik dinlemesini anımsattı
Nazilerin, toplu imhalar sırasında...
1972
Ataol Behramoğlu
Bir romantizm katıyor Avrupalının hayatına
Bu bana klasik müzik dinlemesini anımsattı
Nazilerin, toplu imhalar sırasında...
1972
Ataol Behramoğlu
12 Mart 2012 Pazartesi
Özdeyişler
Özdeyişler
Yeni bir tane eklemek istediğimde bu gönderiyi güncelleyeceğim.
"One day, your life will flash before your eyes. Make sure it's worth watching."
"Let us so live that when we come to die even the undertaker will be sorry." Mark Twain
"To know even one life has breathed easier because you have lived, this is to have succeeded." Ralph Waldo Emerson
"When all is said and done, success without happiness is the worst kind of failure." Louis Binstock
"Yalnız işsiz olanlar değil, daha iyi işler yapabilecek olanlar da başıboştur." Sokrates
"The supreme accomplishment is to blur the line between work and play." Arnold Toynbee
"Happiness is when what you think, what you say, and what you do are in harmony." Mahatma Ghandi
"The man who does not read good books has no advantage over the man who can't read them." Mark Twain
Yeni bir tane eklemek istediğimde bu gönderiyi güncelleyeceğim.
"Do not try to become a man of success, but rather
try to become a man of value." Albert Einstein
"One day, your life will flash before your eyes. Make sure it's worth watching."
"Let us so live that when we come to die even the undertaker will be sorry." Mark Twain
"To know even one life has breathed easier because you have lived, this is to have succeeded." Ralph Waldo Emerson
"When all is said and done, success without happiness is the worst kind of failure." Louis Binstock
"Yalnız işsiz olanlar değil, daha iyi işler yapabilecek olanlar da başıboştur." Sokrates
"The supreme accomplishment is to blur the line between work and play." Arnold Toynbee
"Happiness is when what you think, what you say, and what you do are in harmony." Mahatma Ghandi
"The man who does not read good books has no advantage over the man who can't read them." Mark Twain
6 Mart 2012 Salı
Anlatamıyorum - Orhan Veli Kanık
Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum…
Orhan Veli Kanık
Mısralarımda
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum…
Orhan Veli Kanık
26 Şubat 2012 Pazar
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var - Ataol Behramoğlu
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
Kaydol:
Yorumlar (Atom)









